19 Mayıs 2015 Salı

SOMA'YI UNUTMAMAK İÇİN, FİLMİNE SAHİP ÇIK!

Otoriteye boyun eğen kültürümüz bize hep acılarımızı içimize gömmeyi öğütlemiş. Rasyonel aklın saha dışına itildiği ve hükümdar ile onun ‘aura’sından sebeplenen kitleye dâhil olamayan bireyin anonimleşmeye (siz onu hiçleşmek olarak okuyun) mecbur bırakıldığı egemen kültürü sorgulamadan bu cendereden çıkabilmek hayal gibi.

Nitekim, Kenan Evren’in ölümü bağlamında da yazdım:

Kenan Evren ölmüş, sevinenler var.

Neye seviniyorsunuz? Soramadığınız hesabı sonunda Allah kesti, diye mi? Yoksa, üzerinizden bir yük kalktı, diye mi?

Oysa, Evren'in ölümüne en çok üzülmesi gerekenler, onun şahsında bu ülkeye, bu ülkenin namuslu, yurtsever çocuklarına ödetilen bedellerin hesabını görmeyi sonsuza dek ellerinden kaçıranlar olmalıdır.

1980 faşist darbesinin üzerinden tam 35 sene geçmiş. 35 sene boyunca darbe ile hesaplaşma hanesine dâhil edilecek neler yapıldı diye sorsak, keşfedeceğimiz  “bizim büyük çaresizliğimiz” olacaktır.

Faşizm gibi, sadece siyaset erkinin zirvelerinde administratif müdahale olarak kalmayan, aksine toplumsal derinliğine işleyen bir kültürel saldırıdan söz ediyorsak, karşılığı da aynı yerden ve hatta daha kuvvetli olmalıydı. Ancak, faşizm kültürü ile hesaplaşma hanesine yazacağımız kaç sanat eserimiz var? Ben hemen söyleyeyim: elde var sıfır!

İtalyan faşizmi ile, Alman nazizmi ile, Şili’de Pinochet, İspanya’da Franko ile hesaplaşan, toplumun kodlarını faşizmin şiddete tapan, bireyi yok sayan, boyun eğmeyi ve taassubu teşvik eden kültürüne doğru değiştirilmesi girişimine karşı duran, bunun yerine halkların kardeşliğini, dayanışmayı, korkusuzluğu, bireyselliği ve farklılığı yücelten ne büyük eserler var! Saymaya kalksak, yerimiz yetmez.

Peki, Türkiye’nin binlerce insanını “kaybettiği”, on binlercesini işkencelerde ezdirdiği, yüz binlercesini hapishanelerde çürüttüğü “yurttaş”larının yaşadıklarından öğrendiği şey nedir? Hani filminiz? Hani romanınız? Hani şiiriniz? Hani resminiz? Hani tiyatronuz? Hani heykeliniz? Hani müziğiniz?

Ömrünü ziyadesiyle tamam etmiş ve eceliyle ölmüş bir darbe liderinin ardından zafer kazanmış edalarıyla sevinmek, işte bu nedenle sadece riyakârlıktır, sadece iki yüzlülüktür!

12 Eylül faşizmi ile hesaplaşmayı halkın kültürüne bir saldırıya karşı durmak olarak anlayamadık. Peki, başka alanlarda bunu başarabildik mi? Ne yazık ki, olumlu cevap vermek mümkün görünmüyor. Sivas’ta ülkemizin en seçkin aydınlarının katledilmesine karşı direnişin “Alevi mücadelesi” çerçevesine hapsedilmesine seyirci kaldık. Güneydoğu’da koca bir coğrafyanın şiddet ile terbiye edilmesine seyirci kaldık. Kültürel faşizmin dinci yobazlıkla ittifakla toplumun üzerine karabasan gibi çökmesine seyirci kaldık.

Elbette, “ana akım” dışında kalan isyankârlar da oldu! Terbiye edilemeyen, sanatı halkın gerçekleri söyleme ve öğrenme hakkı olarak kullanan “Promete”lerimiz…

“Gocuklu celep kaldırınca sopasını” salhaneye koşmayan, “çaldığı ateşi” derya içre olup deryayı bilmeyen balıklarla paylaşabilmek için esir düşmeyi önemsemeyen ama, “meseleyi” teslim olmamak şeklinde ifade eden Prometeler!

İşte o Prometelerden birisinin yaptığı bir film izledim: Soma 301. Adından da hemen anlaşılacağı üzere, 2014 yılında Soma’da yaşanan madenci faciasına dair bir film.

Yönetmen, daha üzerinden bir yıl geçmişken ve bizler de her zaman olduğu gibi hatırlamayı pek sevmezken, hatta unutuşun bir uyuşturucu gibi beynimize zerk edilmesinden tatlı bir haz dahi alırken, geldi ve bizi dürttü, rahatsız etti!

Mesleğini artık yapamayacağını anlayan ve bu nedenle memleketi Soma’ya geri dönen işsiz gazeteci üzerinden anlattığı hikâyesinde Ahmet Faik Akıncı, yorulmadan bizi dürtmeyi deniyor. Çünkü, biliyor ki, akrep gibi karanlık, serçe gibi telaşlı, midye gibi kapalı milyonları rahatsız etmezsek bu insanın insana zulmü bitmeyecek. Allah ile toplumu aldatıp hazinelerini çoğaltanlara şarabımızı vermek için üzüm gibi ezilmemiz son bulmayacak!

‘Soma 301’ eğlencelik, boş vaktinizi gene bir boşlukla ‘değer’lendirmek için avelleşeceğiniz bir film değil. Başından sonuna kadar gerilimle karşı karşıya kalacağınız, öfkeyle büyüyeceğiniz bir film. Yoksulluğun da, iş kazalarının da kader olmadığını, patronların daha fazla kâr etmesi için çalışanların ölüme gönderilmesinin bir ‘dünya sistemi’ olduğunu anlayacak, ‘kral’ı bütün çıplaklığı ile göreceksiniz.

Kültürel yoksulluğumuzun ortasında, dirençle, inatla halka ait olanın halka geri verilmesi için, teslim olmamak için ve hep daha iyi bir dünya için atan yüreği ile sinemaya gönül vermiş bu yönetmeni sahiplenelim. Çünkü, Ahmet Faik Akıncı gibi yönetmenlerimiz çoğalırsa, işte o zaman kültürel faşizmin cenderesini kıracağız.

Soma 301
Yönetmen ve Senarist: Ahmet Faik Akıncı
Müzik: Mustafa Yazıcıoğlu
Görüntü Yönetmeni: Onur Özcan
Oyuncular: Turan Ustabaş, Metin Yüksel, Burcu Küçük, Nezih Akyüz
Türkiye, 2015, 91 dakika.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

YOKSA, ‘UMUT’ BİR HATA MIYDI?


Dünyanın direksiyon hakimiyeti kaybedilmiş bir belirsizliğe hızla yol aldığını en çok da, eğlence maksatlı filmlerin giderek politize içerikler kazanmasından anlıyoruz. Bu hafta gösterime giren Çılgın Max dizisinin dördüncü filmi Mad Max/Fury Road şiddet, aksiyon ve öfkeyi sonuna kadar kullanan ‘distopik’ filmlerden ve kendi serisinin önceki filmlerinden bu yönüyle kesinlikle ayrılıyor.

Yönetmen ve senaryo yazarı George Miller’in 2008’de yapımına başladığı filmin ancak 7 yıl sonra izleyiciye sunulmasının bir nedeni, gene yazarı ve yönetmeni olduğu ‘Neşeli Ayaklar’ın beklenmeyen başarısı üzerine, hemen ikincisini de yapmaya öncelik vermesi ise, sanırım diğer neden de son Mad Max’in hikayesinin politik yönüyle ilgili olmalı.

Sinemada aksiyon sevenlerin bildiği bir filmdir, Çılgın Max. Mel Gibson’u da dünya çapında üne kavuşturan film, motosikletli çetelerle kanun adamlarının çölün somsuzluğuna akan bir yol üzerinde bitmek bilmeyen kavgaları üzerine kuruluydu.

Kazandığı uluslararası başarının ardından, diğer Avustralya filmlerine de dünya sinemalarının kapılarını açan Mad Max, şiddeti ve hızı görkemleştiren resimleriyle izleyicisini rehin alırken, bir noktadan sonra haklı ile haksız arasında herhangi bir ayrım ya da tercih yapma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor ve sadece güçlü ve zeki olanın hem kazandığı, hem de kuralları belirlediği bir dünyayı da onaylatıyordu.

Mel Gibson’un başrolde olduğu serinin ikinci ve üçüncü filmleri de hikayenin ana çerçevesini bozmadı. Arka planda hep “enerji savaşları”, çöl atmosferi, yol ve hızın sürükleyiciliği, bir de izleyicisine bağımlılık aşılayan motosiklet tutkusu!

SERİ SONU: ÖFKELİ YOL

Serinin sonuncusu olduğu söylenen ‘Fury Road’ (Öfkeli Yol), Mad Max hayranları tarafından nasıl karşılanacak bekleyip göreceğiz. Ancak, dünya sinemaları ile aynı anda ülkemizde de gösterime giren filmin öncelikle iki noktada diğerlerinden kökten ayrıldığını belirtmek gerekiyor. Birincisi, distopik türün içerisinde, neredeyse ‘anti-thesis’ denebilecek kertede janrın temel ilkelerini hiçe sayan hikaye örgüsü. İkincisi ise, güncel küresel temaların yoğun kullanımı. Bir de, artık motosikletin sadece yan bir ögeye dönüşmesi ki, serinin asıl tutkunlarının tam bir hayal kırıklığı yaşayacağı noktanın burası olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan, bu kadar yıl üzerinde çalışıldığı ve ince güncel mesajlarla izleyici bağı kuvvetlendirildiği halde, hikayenin askıda kaldığını söylemek gerek. Alıştığımız, dünyayı umursamayan, yalnız kahraman tipi yerini “dünyayı kurtaran adam”a bırakmış olması ana karakterin üzerinde eğreti duruyor. Filmin sonuna kadar bu doku uyuşmazlığı kendisini koruyor. Öyle ki, Max filmin son sahnesinde kalabalığa karışırken, ardında bıraktıklarına bakarsak, aslında başka bir filmi izlediğimizi hemen anlıyoruz.

Buna karşılık Furiosa karakterinde oynayan Charlize Theron’un şimdiye kadar izlediğim en başarılı oyunculuk performanslarından birisi ile karşılaşmaya hazır olmalısınız. Hele, tek kolu ile köle savaşçılarla dövüş sahnelerinde, filmin asıl kahramanını izlediğinizi hemen anlayacaksınız.

HİKAYE KLASİK, PEKİ SONUÇ?

Geçmişi ve geleceği olmayan Mad Max çölde sonsuzluğunu yaşarken ‘Ölümsüz Joe’nun askerleri tarafından avlanır. Kaleye getirildiğinde, kendisinden bir köle yapılamayacağı için, kanını savaşçı bir kölenin kullanması için yaşatılır. Ölümsüz Joe bir yanda sınırsız su, ‘ana sütü’, sebze ve meyveler vb. oluşan ayrıcalıklar dünyasında sahip olduğu hakimiyetinin ödüllerini savaşçı köleleri aracılığı ile kullanır.

İsveç mitolojisinde şehitler diyarı olarak simgeleşmiş Valhalla, Mad Max’de, Ölümsüz Joe’nun vaad ettiği bir tür cennet diyarına dönüşür. Ancak şehitlikle ulaşılabilecek bir yer olarak, savaşçı kölelerin de ütopyası olmuştur, Valhalla. Bu noktadan itibaren, günümüz İslamcı terör örgütlerinin intihar saldırıları için eğittikleri savaşçılarına vaad ettikleri ve ancak şehitlik yoluyla ulaşılabilen ‘cennet’ ile Valhalla arasında bir benzerlik kurabiliriz.

Ölümsüz Joe, intihar savaşçısı olarak eğittiği kölelerini ayrıcalıklı bir sınıf haline getirirken, halkının geri kalan kısmını da dilencilere dönüştürmüştür. Belirli günlerde kalenin önünde toplanan ve Ölümsüz Joe’nun lütuflarından kendi paylarına düşeni almaya razı bir topluluk olarak halk, aslında imparatorluğun ‘hayat suyu’ olduğunu hiçbir zaman anlamaz.

DÜZENİ DEĞİŞTİRECEK AKSİLİK!

Tam da her şey yolunda derken, bir aksilik tüm bu “mutluluk düzeni’ni kökünden sarsacak olayların başlangıcı olur. Bir erkekten daha güçlü bir TIR şöförü olan tek kollu Furiosa, yakıt tankına sakladığı, Ölümsüz Joe’nun neslinin çoğalması ile görevlendirilmiş karıları ile beraber kaleden firar eder.

Asıl amacı, kendi ülkesi olan ‘Yeşil Diyar’ı bulmak olan Furiosa, çölde başlayan kovalamaca içerisinde Mad Max’le yardımlaşmak ve sonunda dost olmak zorunda kalır.  Yalnız ve yakışıklı kahraman Mad Max için Yeşil Diyar bir anlam ifade etmez. Oraya varmak gibi bir hayali de yoktur. Çünkü umut, ona göre büyük bir hatadır!

Hepsinin ortak paydası sadece hayatta kalmak iken, macera aslında bir ‘Yeşil Diyar’ın olmadığı gerçeği karşısında, farklı yönde şekillenir. Çünkü, herkes, asıl yeşil diyarın ve ‘nimetlerin’ kalede, Ölümsüz Joe’nun ayrıcalıklı kullanımında olduğunu bilmektedir. O halde, varlığı dahi bilinmeyen bir ‘Yeşil Diyar’ için umutlanmak yerine, yeri bilinen bir hayat alanını ele geçirmek için plan yapmak daha akılcıdır!

Kaleyi büyük bir macera sonunda ele geçiren kahramanlar, halkın ve köle savaşçıların kutlamaları ile özgürlüğü yaşarken, Mad Max sessizce sahneyi terk eder.

Distopik filmlerin insanlık ve gelecek adına ne kadar karamsarlık yaydığını, hayatın hiçbir yarınında umut beslemek için hiçbir neden olmadığının işlendiğini bilenler için Mad Max tam bir şaşırtmaca sunuyor. Kölelerin sonsuz itaatinin mümkün olmadığını, kendisine ve ailesine sınırsız ayrıcalıklar sunmak için bütün bir ülkeyi boyunduruk altında tutan diktatörlere de bu dünyanın kalmayacağını öğreniyoruz. Özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin uzak diyarlarda değil, yanı başımızda olduğunu ve onu elde etmek için diktatörleri devirmemiz gerektiğini öğreniyoruz.

MAD MAX: Fury Road
Yönetmen: George Miller
Senaryo: George Miller, Brendan McCharty, Nico Lathouris
Müzik: Junkie XL
Oyuncular: Tom Hardy, Charlize Theron, Nicholas Hoult, Hugh Keays-Byrne
Görüntü Yönetmeni: John Seale

ABD, Avustralya, 2015, 120 dakika