29 Ağustos 2015 Cumartesi

Mizahın küçük dev adamı Aziz Nesin 100 yaşında!


Her ne kadar, Alpay Kabacalı haklı gerekçelerle doğum tarihini 2 Ocak 1916 olarak düzeltme girişiminde bulunduysa da, 2015’i Aziz Nesin’in 100. doğum yılı olarak kutluyoruz. Ancak, görünen o ki, bu kutlama ‘biz bize’ şeklinde geçiyor. Başta kültür bakanlığı olmak üzere, devlet kurumlarının bu kutlamaya kayıtsız kalma niyeti ve ısrarı olduğu anlaşılıyor.

Dünya çapında saygın ve ünlü bir mizahçısının 100. doğum yılını anmayan başka bir ülke var mıdır, gerçekten merak ediyorum. 2009 yılında, yani Ak Parti iktidarı döneminde, masonların 100. kuruluş yılı ‘şerefine’ kartpostal basmayı görev kabul eden devlet kurumu PTT, neden 2015 yılında, Türkçe’nin en güzel yazı işçilerinden, mizahımızın Hüseyin Rahmi Gürpınar’la beraber en önde gelen temsilcisi olan Aziz Nesin için örneğin, posta pulu basmaz?

Ancak, Aziz Nesin’in 100. doğum yılını yüz yıllık yalnızlığa dönüştüren sadece iktidar değil. Tamamen partizanlaşmış bir devlet aygıtının Aziz Nesin’i neden hatırlamak istemeyeceğini az çok anlayabiliriz. Peki, ömrünü bir sosyalist olarak yaşamış, ülkemizde haksızlığın, baskıların, emek sömürüsünün kalkması için yılmadan mücadele etmiş bir sanatçıyı 100. doğum yılında yoldaşları neden yalnız bırakır?


Elbette, bu sorulara verilecek cevaplar içimizi karartabilir. O halde, ben bugün sizlere, en iyisi, büyük güldürü ustamızın sinema ile bağı üzerine birkaç kelam edeyim. Böylece, onun düşünce ve kültür dünyasından ‘nasiplenenler’ olarak, ona karşı vefa borcumuzu belki biraz olsun ödemiş oluruz.

Sinemada Aziz Nesin
Aziz Nesin’in sinemaya aktarılan 3 eseri vardır. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Zübük ve Gol Kralı. İlk  televiyon dizisi de ‘Yaşar Yaşamaz’ adı altında yapılmıştır. Ayrıca, uzun yıllar özel bir televizyon kanalında yayınlanan ‘Tatlı Betüş’ de Nesin eserinden uyarlanan bir başka dizidir. 1993’de 8 bölüm olarak çekilen dizinin yönetmeni Atıf Yılmaz, senaristi ise Ümit Ünal’dır.

 ‘Yaşar ne Yaşar Ne Yaşamaz’
Dünyada vardır böyle örnekler, ama ülkemizdeki en ünlü örnek ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’dır. Evet, 12 bölümlük radyo tiyatrosu olarak yazılan bir metin, tiyatro sahnesi, sinema filmi, televizyon dizisi, çizgi roman derken, yazarına en sonunda romanını yazdırmış bir eserdir.


Aziz Nesin, 1974’de eserin sinemaya aktarılması için ilk teklifi aldığında, her zamanki titizliğiyle senaryoyu da kendisi yazmak ister. Nitekim yazar da! Ama, yapımcı Ender Film senaryonun telif ücretini ödemez. Bu olay da, büyük mizah ustasının müzesinde yediği kazılar galerisinde canlı tutulur. Ne zaman, sinemadan söz açılsa, Aziz Nesin, aman uzak durun, tavsiyesi ile birlikte, anısını anlatır.

Aslında, radyo ve tiyatro oyunu olarak zaten ünlü olan ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ sinemadan önce TRT için 10 bölümlük dizi olarak çekilmişti. Mehmet Keskinoğlu’nun Yaşar karakterini oynadığı dizi o günlerde öyle sevilmişti ki, usta gazeteci Hasan Pulur 1974 yılında, ünlü ‘Olaylar ve İnsanlar’ köşesinde bu durumu şu sözlerle ifade ediyordu: “Türk televizyon seyircisi belki de televizyon kurulduğundan bu yana ilk defa günlük saatlerini bir yerli yapıt için ayarlamaktadır. İşler Yaşar Yaşamaz’a göre ayarlanmakta, herkes o saatte televizyon başında olmanın ince hesaplarını yapmaktadır.”

Dizinin bu derece ilgi görmesi nedeniyle eser Yeşilçam’ın da dikkatini çekmeyi başarmış ve Halit Akçatepe’nin başrolünde, Ergin Orbey’in yönetmenliğinde ve Ender Film tarafından çekilmişti. Eser daha sonra 2008’de Atıl ve İnan İnaç kardeşlerin yönetmenliğinde yeniden çekildi.


'Yaşar ne yaşar, ne yaşamaz' filmini resmin üzerine tıklayarak izleyebilirsiniz.

Gol Kralı
Yeşilçam’dan aldığı dersle, ‘sahalardan uzak duran’ Aziz Nesin’in bu inadı 1980’e varmadan kırılacaktı. Bu kez, Memduh Ün, kendi şirketi için Nesin’in ‘Gol Kralı’ eserini sinemaya uyarlamak istemekteydi. Hem de, dönemin iki starı ile: oyunculuğu bırakıp en başarılı komedi filmlerinin yönetmeni olarak sinemada ikinci baharını yaşayan Kartal Tibet ve komedi filmlerinin vazgeçilmez starı Kemal Sunal!


Elbette, Aziz Nesin için bunlar yeterli değildi, olamazdı da! Mizahın küçük dev kalemi, sinemada da her şeyin masada bittiğine inanırdı. Dolayısıyla, Yeşilçam tarihinde bence ilk kez bu kadar büyük isimlerin bir araya geldiği bir yazı ekibi oluştu: Osman F. Seden, Memduh Ün, Kartal Tibet ve Bülent Oran.


'Gol Kralı' filmini resmin üzerine tıklayarak izleyebilirsiniz. 

Zübük
Aziz Nesin’in eserlerinin sorgulaması olsa, tartışmasız Zübük’ü başyapıt olarak gösterirdim. Çünkü, ‘Zübük’ Nesin’in kalem ustalığının yanında, modern Türkiye’nin çatışmalarının hangi denklem üzerine oturduğunu da büyük bir zeka ile keşfetmiş ve bunu bizlere göstermişti. Cumhuriyet Türkiye’sinin sosyal, siyasal ve kültürel hayatının şifrelerini öylesine derin öngörü ile çözümlemişti ki, ortaya zaman ve mekandan özgürleşmiş, kelimenin tam anlamıyla ‘klasik’ bir eser çıkmıştı.


İşte, bütün Türkiye’nin ‘Zübük’ü elinden düşürmediği sıralarda, yine Kartal Tibet, sanırım artık ‘Gol Kralı’ ile kazandığı güvenden cesaret alarak, ‘Zübük’ü sinemaya uyarlamayı önerdi. Başoyuncu yine Kemal Sunal olacaktı. Senaryo ise, Aziz Nesin’in çok güvendiği bir isme, Atıf Yılmaz’a teslim edilecekti.

Film 1980 askeri darbesi öncesinde planlanmasına rağmen, sinemalara ancak Haziran 1981’de çıkabildi. Sadece büyük gişe hasılatı getirmekle kalmadı, meydana getirenlere de büyük şöhret kazandırdı. Kemal Sunal’ın tuluat ve mimik dışında ilk ciddi oyunculuk çıkardığı film oldu, ‘Zübük’.

2000’lerin başında, Ömer Kavur’un yapımcı-yönetmen olarak başında olduğu ve Macit Koper’le birlikte senaryolarını yazdığı Beybaba/Koltuk, Deliyle Geçen Gece, Fişgittin Bey, Peki Olur Şekerim, Beş Kollu Avize, Damatlık Şapka, Deli İle Birgün, Taşı Sıksam Suyunu Çıkarırım ve Patroniçe filmleri neredeyse bir yıl gibi bir sürede TRT için çekildi.

https://vimeo.com/60948659

'Zübük' filmini yukarıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz.

Güldürünün sınırları
Daha 1966’da, Babıali’nin çetin kalemi Tarık Dursun K. Nesin hakkındaki kanaatini ortaya koyar, ki bu kanaat, aşağı yukarı değişmeden günümüze kadar genel kabul görmüştür:

“Aziz Nesin, edebiyatımızda günümüze kadar hep hor görülmüş, kolayına dal sayıldığı için de dudak bükmelerle karşılanmış mizahın hikâyecisi, romancısı değildir. Yeni karikatürcü kuşakları, Türk karikatürünü nasıl Ramiz ve Necmi Rıza’nın renksiz ve kişiliksiz çizgilerinden alarak çağdaş resmin boyutlarına çıkarmışlarsa, Aziz Nesin de mizahımızı eski kuşağın mizahçılarının yalnız güldürme amacı güden yalınlığından, yavanlığından çağdaş edebiyatın sınırlarına götürmüştür.”

“Peki, Aziz Nesin’de güldürü yok mudur? Vardır elbet. Ama, amaç güldürü değildir. Beylik yargıya katılıyorum ben de. “Aziz Nesin güldürürken düşündürmesini bilen, buna çaba harcayan yazardır.”

Aziz Nesin bu tespitlerden tam 20 yıl sonra, 1986’da kendi gülmece anlayışını şöyle ifade etmişti: “Gülmecelerimle okurlarıma şunu düşündürmek istiyorum: Yaşadığımız toplum ve bu toplumsal yapı adaletli değildir. Adaletsizlikten, çirkinliklerden kurtulmak için, başta kendimiz olmak üzere, çevremizi, toplumumuzu, dünyamızı değiştirme özlem ve isteği yaratmak.”

Sinemanın ve sanatın dostu
Aziz Nesin sanatın ve sanatçının özgürlüğü konusunda sınır tanımayan bir yazardı. Aşağıda aktaracağım anıdan tam 35 yıl sonra, TÜSAK’a karşı eyleme çağırdığım kimilerinden “bu beni ilgilendirmiyor, devletten maaşlı sanatçıların meselesi” diye umarsız cevaplar aldım. TÜSAK’ın bütün olarak sanat alanlarını topyekün hedef aldığını anlayamayan, ancak kendi başına geldiğinde “eyvah” diye bağırmaya başlayan ‘yurdum sanatçısı’nın aksine, Aziz Nesin, özgürlüğe kast eden kimse, ona karşı durmaktan bir an bile tereddüt etmedi.

1979 yılında, 16. Antalya Film Festivali’nde yaşanan olay, aslında aynı zamanda ‘yandaş ruhlu aydın’ güruhu için de ibretlik bir öyküdür. 1979 Ağustos’unda, Bülent Ecevit’in azınlık hükümeti tarafından “Filmleri ve Film Senaryolarının Denetlenmesi Hakkında Tüzük” çıkarılmıştı. Hiçbir somut hukuksal kanıta dayanmadan filmleri sudan gerekçelerle yasaklama yetkisi veren bu uygulamaya karşı Aziz Nesin, “bizim hükümet” gibi bir tarafgirliğe kapılmamış ve karşı çıkanların en ön safında yer almıştı.


Antalya Film Festivali’nde Yavuz Pağda’nın ‘Yolcular’, Yavuz Özkan’ın ‘Demiryol’ ve Ömer Kavur’un ‘Yusuf ile Kenan’ filmleri Film Denetleme Kurulu tarafından el konulmuş ve festivale katılımları yasaklanmıştı.

Sonunda Ulusal Yarışma’nın da ertelenmesine yol açan skandal uygulamayı öğrenen Aziz Nesin’in Ecevit ve Kışlalı’ya gönderdiği telgraf şöyleydi: “Başbakanı bulunduğunuz hükümetten ummadığımız ve beklemediğimiz bir biçimde çıkan ve ilk uygulaması 16. Antalya Film Festivali’ne katılan 3 filmin yasaklanması sonucunu doğuran sansür yönetmenliğinin ülkemizde her türlü sanat etkinliğinin gelişmesine büyük darbe olacağı inancındayız. Türkiye yazarları olarak yeni sansür yönetmenliğini ve uygulamalarını şiddetle protesto ediyor ve konuya ivedi eğilmenizi rica ediyoruz.”


Yüz yıllarca anmak dileği ile, Yeşilçam’ın bu derin kaynağı hâlâ keşfedemediği gerçeğinin de altını çizerek, mizah edebiyatımızın büyük çınarı Aziz Nesin’i saygıyla anıyorum.

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Hüseyin Baradan, çekilin aradan!


Giritli bir erkeği Selanikli bir kadınla İzmir’de buluşturan nedir, diye sorarsak, bunun tek bir cevabının olduğunu biliriz: 20. Yüzyılın başında ülkemizi ve bölgemizi ateş topuna çeviren Batılı ülkelerin yağma hevesi! Çocukluğumuzun dilimizden düşmeyen tekerlemesi ‘Hüseyin Baradan, çekilin aradan!’ı dünya sahnesine taşıyan güzel rastlantının temelinde de işte böyle bir acı hikâye yatar.

Yunan milliyetçilerinin ellerine geçirdikleri egemenlik alanlarında Türk nüfusun varlığını yok etmek için başvurdukları acımasız katliamlar, başta İzmir olmak üzere, Anadolu’ya büyük bir göç hareketine neden oldu. İşte, İzmir’de birbirlerini bulan Baradanaki’lerden İsmail Hakkı ile Selanikli Zeynep’i birleştiren, evlenmelerine vesile olan da, çektikleri onca acıdan sonra, yaşamlarını sürdürmek üzere İzmir’i ikinci yurt olarak seçmiş olmalarıydı.


6 çocuklu Baradan ailesinin 5. Çocuğu olarak dünyaya gelen Hüseyin Avni, önce ağabeyi, ünlü gazeteci Uğur Dündar’ın eşi Yasemin Baradan’ın dedesi ve “Yemeni Bağlamış Telli Başına” şarkısının bestekârı olarak bilinen Ali Ulvi’nin açtığı ‘Foto Baradan’da fotoğrafçı olarak pişmiş, sonra da İzmir’in yerel gazeteleri Ege Ekspres ve Demokrat İzmir’de, ardından Hürriyet İzmir bürosunda foto muhabirliği yapmıştı. Hem mesleğinde ve hem de çevresinde sevilen Hüseyin Baradan’ı sinema ile buluşturan rastlantı, bir öğle yemeğinde İzmir Kemeraltı’nda ünlü Şükran lokantasını seçmesi ile başlar.

Sinema ile buluşma
Kendisi de İzmirli olan yapımcı Necdet Bükey yapım maliyetlerini azaltmak için filmlerini kentte çekmektedir. Hüseyin Baradan’la 1958’de Şükran Lokantası’nda tanışmasının ardından, kentin en yakışıklı gazetecisi ‘Feleğin Sillesi’ adlı filmde aldığı küçük bir rolle sinema dünyasına adımını atar.

Ancak, Hüseyin Baradan’ı İstanbul ile asıl buluşmasını gerçekleştiren, Yeşilçam’ın gördüğü en zarif ve sanatsever yapımcısı, Güven Film şirketinin sahibi Yoakim Filmeridis’tir.

Filmeridis Hüseyin Baradan’ı bir mektupla İstanbul’a davet eder: “Sevgili Baradan’ım, Henüz Karşı karşıya gelip tanışmadığımız halde seni yıllardan beri tanıyor gibiyim. Oynadığın filmleri zevkle seyrediyor ve oyunculuktaki kabiliyetini takdir ediyorum. Yalnız İzmir’de olman Yeşilçam için bir kayıptır. Sana İstanbul’a gelmeni teklif ediyor ve teklifimi şöyle sıralıyorum. Firmam, Güven Film için senede 10 film garanti ediyor ve film başına 3000 (üç bin) TL. teklif ediyor ve firmanın filminin olmadığı zamanlarda başka firmalarda çalışmana müsaade edeceğimi bilmeni istiyorum. Cevabını en yakın zamanda bekler, karşılıklı oturmanın heyecanını şimdiden duyar, hasret be muhabbetle gözlerinden öper acele cevap beklerim.”


Hüseyin Baradan’ın rol aldığı ilk İstanbul filmi Dostluklar Yaşadıkça (1960), senaryoyu da yazan Semih Evin’in yönetmenliğinde, Fikret Hakan, Kadir Savun, Mümtaz Ener, Orhan Günşiray ve Atıf Kaptan gibi dönemin ‘as’ oyuncularının bir arada olduğu 3 ayrı hikâyenin iç içe anlatıldığı bir deneysel eserdi. Daha sonra birkaç filmde daha rol almış olsa da, bence Baradan’ın Yeşilçam ile ilişkisinin sonlandığı film 1977 yapımı Ölümsüz Şarkı’dır. Beklenen Şarkı adlı filmden uyarlanan Ölümsüz Şarkı’nın afişinde yılların ödüllü usta oyuncusu Fatma Girik’in ismi, o sıralar yeni parlayan şarkıcı Bülent Ersoy’un ve ‘çerez’ filmlerde erkek baş rol oyuncuların karşısında ‘eküri’ rollerle tanınan Gülşen Bubikoğlu’nun altına yazılır Bu durum, sinemanın daha sonra içinde düşeceği girdabın da habercisidir, bir bakıma!


Hüseyin Baradan kısa süre içinde İzmir’e dönme kararı alır. Cilalı İbo, Akasyalar Açarken, Şeytan Bunun Neresinde, Makber, Gurbet Kuşları, Atçalı Kel Mehmet, Keşanlı Ali Destanı, Gözleri Ömre Bedel, Ekmekçi Kadın, Haremde Dört Kadın, Bırakın Yaşayalım, Hacı Murat, Sarmaşık Gülleri, Köroğlu, İncili Çavuş, Aşktan Da Üstün gibi sinema tarihimizde silinmeyecek izler bırakan filmlerin de içinde olduğu tam 467 filmde oynayan ‘ülkenin en iyi kalpli kötü adam’ı, tası tarağı toplayarak geldiği kente geri döner. Yeniden İzmir’e yerleşmekle de kalmaz, 2001 yılına kadar hatır kırmadığı toplam 7 filmde görünse de, asıl mesleği gazeteciliğe de geri döner.



Baradan İzmir’e dönüyor
Hüseyin Baradan’ın İzmir’e dönüp, oyunculuk dışında ekmeğini kazanması bence üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.


1977 yılında üretilen film sayısı 126’dır. Aynı şekilde, ‘78 yılında 130, ‘79’da 188’dir. Bu sayı ancak 1980 yılında dramatik bir şekilde düşer. Sadece 65 film çekilmiştir! Başka bir deyişle, Baradan’ın İzmir’e dönüşünü sektörün ticari bir krizi ile açıklamak mümkün değildir. Ancak, Yeşilçam’ın bir dönüşüm yaşadığı ve pek çok oyuncunun da bu durumdan etkilendiği bir gerçektir. Artık filmler Anadolu’nun vefakâr seyircinin beklentilerine uygun olarak, kavuşamayan aşıklar, yoksulluk ve küçük insanların büyük hayalleri üzerine çekilmemektedir.

Çekilen filmler için seçilen başlıklara bakmak dahi Yeşilçam’ın yaşadığı dönüşümü ve yeni seyirci kitlesini anlatmak için yeterlidir aslında: Ateş Parçası, Bazıları Cacık Sever, Çarli’nin Kelekleri, Fırçana Bayıldım Boyacı, İsmet Bu Ne Kısmet, Oooh Oh!, Çılgın Bakireler, Doyumsuzlar!

Hüseyin Baradan o günleri şöyle anlatır: “Kabahat acaba kimde idi? Sayıları bir elin parmakları kadar az olan senaryo yazarlarında mı? Ahmet’i Mehmet, Ayşe’yi Fatma yapıp aynı filmi ‘nasıl olsa yutarlar’ diye tekrar tekrar çeken sözde yapımcılarda  mı? Sosyal içerikli bir sürü saçmalığa imza atan yönetmenlerde mi? İşte bunun cevabını halk, sevgili seyircilerimiz verecek ve elini yavaş yavaş Türk filmlerinden çekerek, saçma sapan, vurdulu kırdılı, şiddetten başka hiçbir foksiyonu olmayan kötü Amerikan filmlerine giderek bizi cezalandıracaklardı. Böyle de oldu.”


İzmir’e dönüş ve veda
Usta oyuncunun İzmir’e dönüşü sonrasında gazetecilik, animatörlük vs. gibi pek çok işe girip çıktığını ve son olarak büyük bir yapı kooperatifinin basın danışmanı olarak mesleki yaşamını noktaladığını biliyoruz. Hüseyin Baradan 30 Haziran 2004’te aramızdan ayrıldı.

'Hüseyin Baradan, Çekilin Aradan' filmini buradan izleyebilirsiniz:



İnsan olarak çevresinde büyük sevgi çemberi oluşturmuş, sinemada en sevilen kötü adam olmuş bu büyük ustanın şu sözleri ile bitirmek istiyorum: “Ben hiçbir zaman büyük bir sinema oyuncusu olduğum iddiasında olmadım bazı kişiler gibi. Benim tek özelliğim işime son derce saygılı oluşum, herkesle iyi geçinmem, hiç kapris yapmadan işim en iyi şekilde bitmesini sağlamak. İşte beni Hüseyin Baradan yapan,  Türk sinemasında 400’e yakın filme imzamın atılmasının püf noktalarından biridir bu. Yoksa Ajda Pekkan’ın meşhur şarkısı gibi “Kimler Geldi Kimler Geçti” Beyoğlu’nun köhne Yeşilçam’ından.”

Ali Rıza ÖZKAN

18 Ağustos 2015 Salı

Afrika yolunda macera - Minik Kuş


8-9 yaşa kadar genç minikler için uygun olan bu film, ailesini tanımadan büyümek zorunda kalan minik bir kuşun çevresinde oluşan bir hikâye.


Gus, hayatı tanımak için yeni yeni adımlarını atarken, bir anda zorlu ve bol adrenalin içeren bir maceranın içine düşecektir. Çünkü, büyük bir kuş sürüsü, tam da Afrika’ya gitmek üzere göç hazırlıklarını bitirmek üzereyken, liderleri Darius sakatlanmıştır ve minik kuşumuz Gus da kendisini bir anda büyük bir kuş sürüsünün göç lideri olarak bulur.


İstemeden kabul ettiği ve bolca risk içeren bu maceralı görev Gus için aynı zamanda aile duygusunun, dayanışmanın, sorunların konuşarak ve anlaşarak nasıl çözüleceğinin de sınavı olacaktır.


Sürü sonunda Afrika’yı bulur, ama edinilen deneyim, bu maceranın mutlu sonla bitmesinden daha kıymetli olacaktır. Minik kuş Gus ise, büyük bir ailenin parçası olmanın mutluluğunu yaşar.


Minik Kuş (Gus - Petit oiseau, grand voyage)
Yönetmen: Christian De Vita
Senaryo: Antoine Barraud, Cory Edwards
Müzik: Stephen Warbeck
Görüntü Yönetmeni: Benjamin Renner
Fransa, 2014, ‘90

Ali Rıza ÖZKAN

19 Mayıs 2015 Salı

SOMA'YI UNUTMAMAK İÇİN, FİLMİNE SAHİP ÇIK!

Otoriteye boyun eğen kültürümüz bize hep acılarımızı içimize gömmeyi öğütlemiş. Rasyonel aklın saha dışına itildiği ve hükümdar ile onun ‘aura’sından sebeplenen kitleye dâhil olamayan bireyin anonimleşmeye (siz onu hiçleşmek olarak okuyun) mecbur bırakıldığı egemen kültürü sorgulamadan bu cendereden çıkabilmek hayal gibi.

Nitekim, Kenan Evren’in ölümü bağlamında da yazdım:

Kenan Evren ölmüş, sevinenler var.

Neye seviniyorsunuz? Soramadığınız hesabı sonunda Allah kesti, diye mi? Yoksa, üzerinizden bir yük kalktı, diye mi?

Oysa, Evren'in ölümüne en çok üzülmesi gerekenler, onun şahsında bu ülkeye, bu ülkenin namuslu, yurtsever çocuklarına ödetilen bedellerin hesabını görmeyi sonsuza dek ellerinden kaçıranlar olmalıdır.

1980 faşist darbesinin üzerinden tam 35 sene geçmiş. 35 sene boyunca darbe ile hesaplaşma hanesine dâhil edilecek neler yapıldı diye sorsak, keşfedeceğimiz  “bizim büyük çaresizliğimiz” olacaktır.

Faşizm gibi, sadece siyaset erkinin zirvelerinde administratif müdahale olarak kalmayan, aksine toplumsal derinliğine işleyen bir kültürel saldırıdan söz ediyorsak, karşılığı da aynı yerden ve hatta daha kuvvetli olmalıydı. Ancak, faşizm kültürü ile hesaplaşma hanesine yazacağımız kaç sanat eserimiz var? Ben hemen söyleyeyim: elde var sıfır!

İtalyan faşizmi ile, Alman nazizmi ile, Şili’de Pinochet, İspanya’da Franko ile hesaplaşan, toplumun kodlarını faşizmin şiddete tapan, bireyi yok sayan, boyun eğmeyi ve taassubu teşvik eden kültürüne doğru değiştirilmesi girişimine karşı duran, bunun yerine halkların kardeşliğini, dayanışmayı, korkusuzluğu, bireyselliği ve farklılığı yücelten ne büyük eserler var! Saymaya kalksak, yerimiz yetmez.

Peki, Türkiye’nin binlerce insanını “kaybettiği”, on binlercesini işkencelerde ezdirdiği, yüz binlercesini hapishanelerde çürüttüğü “yurttaş”larının yaşadıklarından öğrendiği şey nedir? Hani filminiz? Hani romanınız? Hani şiiriniz? Hani resminiz? Hani tiyatronuz? Hani heykeliniz? Hani müziğiniz?

Ömrünü ziyadesiyle tamam etmiş ve eceliyle ölmüş bir darbe liderinin ardından zafer kazanmış edalarıyla sevinmek, işte bu nedenle sadece riyakârlıktır, sadece iki yüzlülüktür!

12 Eylül faşizmi ile hesaplaşmayı halkın kültürüne bir saldırıya karşı durmak olarak anlayamadık. Peki, başka alanlarda bunu başarabildik mi? Ne yazık ki, olumlu cevap vermek mümkün görünmüyor. Sivas’ta ülkemizin en seçkin aydınlarının katledilmesine karşı direnişin “Alevi mücadelesi” çerçevesine hapsedilmesine seyirci kaldık. Güneydoğu’da koca bir coğrafyanın şiddet ile terbiye edilmesine seyirci kaldık. Kültürel faşizmin dinci yobazlıkla ittifakla toplumun üzerine karabasan gibi çökmesine seyirci kaldık.

Elbette, “ana akım” dışında kalan isyankârlar da oldu! Terbiye edilemeyen, sanatı halkın gerçekleri söyleme ve öğrenme hakkı olarak kullanan “Promete”lerimiz…

“Gocuklu celep kaldırınca sopasını” salhaneye koşmayan, “çaldığı ateşi” derya içre olup deryayı bilmeyen balıklarla paylaşabilmek için esir düşmeyi önemsemeyen ama, “meseleyi” teslim olmamak şeklinde ifade eden Prometeler!

İşte o Prometelerden birisinin yaptığı bir film izledim: Soma 301. Adından da hemen anlaşılacağı üzere, 2014 yılında Soma’da yaşanan madenci faciasına dair bir film.

Yönetmen, daha üzerinden bir yıl geçmişken ve bizler de her zaman olduğu gibi hatırlamayı pek sevmezken, hatta unutuşun bir uyuşturucu gibi beynimize zerk edilmesinden tatlı bir haz dahi alırken, geldi ve bizi dürttü, rahatsız etti!

Mesleğini artık yapamayacağını anlayan ve bu nedenle memleketi Soma’ya geri dönen işsiz gazeteci üzerinden anlattığı hikâyesinde Ahmet Faik Akıncı, yorulmadan bizi dürtmeyi deniyor. Çünkü, biliyor ki, akrep gibi karanlık, serçe gibi telaşlı, midye gibi kapalı milyonları rahatsız etmezsek bu insanın insana zulmü bitmeyecek. Allah ile toplumu aldatıp hazinelerini çoğaltanlara şarabımızı vermek için üzüm gibi ezilmemiz son bulmayacak!

‘Soma 301’ eğlencelik, boş vaktinizi gene bir boşlukla ‘değer’lendirmek için avelleşeceğiniz bir film değil. Başından sonuna kadar gerilimle karşı karşıya kalacağınız, öfkeyle büyüyeceğiniz bir film. Yoksulluğun da, iş kazalarının da kader olmadığını, patronların daha fazla kâr etmesi için çalışanların ölüme gönderilmesinin bir ‘dünya sistemi’ olduğunu anlayacak, ‘kral’ı bütün çıplaklığı ile göreceksiniz.

Kültürel yoksulluğumuzun ortasında, dirençle, inatla halka ait olanın halka geri verilmesi için, teslim olmamak için ve hep daha iyi bir dünya için atan yüreği ile sinemaya gönül vermiş bu yönetmeni sahiplenelim. Çünkü, Ahmet Faik Akıncı gibi yönetmenlerimiz çoğalırsa, işte o zaman kültürel faşizmin cenderesini kıracağız.

Soma 301
Yönetmen ve Senarist: Ahmet Faik Akıncı
Müzik: Mustafa Yazıcıoğlu
Görüntü Yönetmeni: Onur Özcan
Oyuncular: Turan Ustabaş, Metin Yüksel, Burcu Küçük, Nezih Akyüz
Türkiye, 2015, 91 dakika.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

YOKSA, ‘UMUT’ BİR HATA MIYDI?


Dünyanın direksiyon hakimiyeti kaybedilmiş bir belirsizliğe hızla yol aldığını en çok da, eğlence maksatlı filmlerin giderek politize içerikler kazanmasından anlıyoruz. Bu hafta gösterime giren Çılgın Max dizisinin dördüncü filmi Mad Max/Fury Road şiddet, aksiyon ve öfkeyi sonuna kadar kullanan ‘distopik’ filmlerden ve kendi serisinin önceki filmlerinden bu yönüyle kesinlikle ayrılıyor.

Yönetmen ve senaryo yazarı George Miller’in 2008’de yapımına başladığı filmin ancak 7 yıl sonra izleyiciye sunulmasının bir nedeni, gene yazarı ve yönetmeni olduğu ‘Neşeli Ayaklar’ın beklenmeyen başarısı üzerine, hemen ikincisini de yapmaya öncelik vermesi ise, sanırım diğer neden de son Mad Max’in hikayesinin politik yönüyle ilgili olmalı.

Sinemada aksiyon sevenlerin bildiği bir filmdir, Çılgın Max. Mel Gibson’u da dünya çapında üne kavuşturan film, motosikletli çetelerle kanun adamlarının çölün somsuzluğuna akan bir yol üzerinde bitmek bilmeyen kavgaları üzerine kuruluydu.

Kazandığı uluslararası başarının ardından, diğer Avustralya filmlerine de dünya sinemalarının kapılarını açan Mad Max, şiddeti ve hızı görkemleştiren resimleriyle izleyicisini rehin alırken, bir noktadan sonra haklı ile haksız arasında herhangi bir ayrım ya da tercih yapma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor ve sadece güçlü ve zeki olanın hem kazandığı, hem de kuralları belirlediği bir dünyayı da onaylatıyordu.

Mel Gibson’un başrolde olduğu serinin ikinci ve üçüncü filmleri de hikayenin ana çerçevesini bozmadı. Arka planda hep “enerji savaşları”, çöl atmosferi, yol ve hızın sürükleyiciliği, bir de izleyicisine bağımlılık aşılayan motosiklet tutkusu!

SERİ SONU: ÖFKELİ YOL

Serinin sonuncusu olduğu söylenen ‘Fury Road’ (Öfkeli Yol), Mad Max hayranları tarafından nasıl karşılanacak bekleyip göreceğiz. Ancak, dünya sinemaları ile aynı anda ülkemizde de gösterime giren filmin öncelikle iki noktada diğerlerinden kökten ayrıldığını belirtmek gerekiyor. Birincisi, distopik türün içerisinde, neredeyse ‘anti-thesis’ denebilecek kertede janrın temel ilkelerini hiçe sayan hikaye örgüsü. İkincisi ise, güncel küresel temaların yoğun kullanımı. Bir de, artık motosikletin sadece yan bir ögeye dönüşmesi ki, serinin asıl tutkunlarının tam bir hayal kırıklığı yaşayacağı noktanın burası olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan, bu kadar yıl üzerinde çalışıldığı ve ince güncel mesajlarla izleyici bağı kuvvetlendirildiği halde, hikayenin askıda kaldığını söylemek gerek. Alıştığımız, dünyayı umursamayan, yalnız kahraman tipi yerini “dünyayı kurtaran adam”a bırakmış olması ana karakterin üzerinde eğreti duruyor. Filmin sonuna kadar bu doku uyuşmazlığı kendisini koruyor. Öyle ki, Max filmin son sahnesinde kalabalığa karışırken, ardında bıraktıklarına bakarsak, aslında başka bir filmi izlediğimizi hemen anlıyoruz.

Buna karşılık Furiosa karakterinde oynayan Charlize Theron’un şimdiye kadar izlediğim en başarılı oyunculuk performanslarından birisi ile karşılaşmaya hazır olmalısınız. Hele, tek kolu ile köle savaşçılarla dövüş sahnelerinde, filmin asıl kahramanını izlediğinizi hemen anlayacaksınız.

HİKAYE KLASİK, PEKİ SONUÇ?

Geçmişi ve geleceği olmayan Mad Max çölde sonsuzluğunu yaşarken ‘Ölümsüz Joe’nun askerleri tarafından avlanır. Kaleye getirildiğinde, kendisinden bir köle yapılamayacağı için, kanını savaşçı bir kölenin kullanması için yaşatılır. Ölümsüz Joe bir yanda sınırsız su, ‘ana sütü’, sebze ve meyveler vb. oluşan ayrıcalıklar dünyasında sahip olduğu hakimiyetinin ödüllerini savaşçı köleleri aracılığı ile kullanır.

İsveç mitolojisinde şehitler diyarı olarak simgeleşmiş Valhalla, Mad Max’de, Ölümsüz Joe’nun vaad ettiği bir tür cennet diyarına dönüşür. Ancak şehitlikle ulaşılabilecek bir yer olarak, savaşçı kölelerin de ütopyası olmuştur, Valhalla. Bu noktadan itibaren, günümüz İslamcı terör örgütlerinin intihar saldırıları için eğittikleri savaşçılarına vaad ettikleri ve ancak şehitlik yoluyla ulaşılabilen ‘cennet’ ile Valhalla arasında bir benzerlik kurabiliriz.

Ölümsüz Joe, intihar savaşçısı olarak eğittiği kölelerini ayrıcalıklı bir sınıf haline getirirken, halkının geri kalan kısmını da dilencilere dönüştürmüştür. Belirli günlerde kalenin önünde toplanan ve Ölümsüz Joe’nun lütuflarından kendi paylarına düşeni almaya razı bir topluluk olarak halk, aslında imparatorluğun ‘hayat suyu’ olduğunu hiçbir zaman anlamaz.

DÜZENİ DEĞİŞTİRECEK AKSİLİK!

Tam da her şey yolunda derken, bir aksilik tüm bu “mutluluk düzeni’ni kökünden sarsacak olayların başlangıcı olur. Bir erkekten daha güçlü bir TIR şöförü olan tek kollu Furiosa, yakıt tankına sakladığı, Ölümsüz Joe’nun neslinin çoğalması ile görevlendirilmiş karıları ile beraber kaleden firar eder.

Asıl amacı, kendi ülkesi olan ‘Yeşil Diyar’ı bulmak olan Furiosa, çölde başlayan kovalamaca içerisinde Mad Max’le yardımlaşmak ve sonunda dost olmak zorunda kalır.  Yalnız ve yakışıklı kahraman Mad Max için Yeşil Diyar bir anlam ifade etmez. Oraya varmak gibi bir hayali de yoktur. Çünkü umut, ona göre büyük bir hatadır!

Hepsinin ortak paydası sadece hayatta kalmak iken, macera aslında bir ‘Yeşil Diyar’ın olmadığı gerçeği karşısında, farklı yönde şekillenir. Çünkü, herkes, asıl yeşil diyarın ve ‘nimetlerin’ kalede, Ölümsüz Joe’nun ayrıcalıklı kullanımında olduğunu bilmektedir. O halde, varlığı dahi bilinmeyen bir ‘Yeşil Diyar’ için umutlanmak yerine, yeri bilinen bir hayat alanını ele geçirmek için plan yapmak daha akılcıdır!

Kaleyi büyük bir macera sonunda ele geçiren kahramanlar, halkın ve köle savaşçıların kutlamaları ile özgürlüğü yaşarken, Mad Max sessizce sahneyi terk eder.

Distopik filmlerin insanlık ve gelecek adına ne kadar karamsarlık yaydığını, hayatın hiçbir yarınında umut beslemek için hiçbir neden olmadığının işlendiğini bilenler için Mad Max tam bir şaşırtmaca sunuyor. Kölelerin sonsuz itaatinin mümkün olmadığını, kendisine ve ailesine sınırsız ayrıcalıklar sunmak için bütün bir ülkeyi boyunduruk altında tutan diktatörlere de bu dünyanın kalmayacağını öğreniyoruz. Özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin uzak diyarlarda değil, yanı başımızda olduğunu ve onu elde etmek için diktatörleri devirmemiz gerektiğini öğreniyoruz.

MAD MAX: Fury Road
Yönetmen: George Miller
Senaryo: George Miller, Brendan McCharty, Nico Lathouris
Müzik: Junkie XL
Oyuncular: Tom Hardy, Charlize Theron, Nicholas Hoult, Hugh Keays-Byrne
Görüntü Yönetmeni: John Seale

ABD, Avustralya, 2015, 120 dakika