25 Mayıs 2012 Cuma

Angelina Jolie’nin Kan ve Aşk’ı gösterimde Sonsuz gözyaşı, ya sonra?


Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından tüm Balkanları kan gölüne çeviren etnik çatışmaların hikaye edildiği filmler her zaman etkili oluyor. Ülkemizde de Balkanlarda yaşananlara oldukça duyarlı bir toplumsal tepki var. Avrupa’nın pek çok ülkesinde kanıksanan Balkan temalı filmlerin bizde sıcak bir yuva bulmasının nedeni de, insanımızın duyarlığı ile açıklanabilir.

Büyük Boşnak yönetmen Emir Kusturica’nın „Underground“ (Yeraltı) filmi gibi az sayıda film Balkanlarda yaşanan trajedinin asıl sorumlusunun peşine düşüyordu. Hikayesini yaşanan trajedi eksenine oturtan filmlerin çoğunda Balkanların baklava dilimlerine parçalanmasının asıl sorumlusunun Avrupa ülkeleri, ama özellikle de Almanya olduğu „es“ geçiliyor. Bunun bir nedeni, hikayeleri „minimalize“ etmenin modaya dönüştüğü „postmodern çağ“ın üslubuyla açıklansa da, bence önemli bir nedeni de, „yaşanan hikayeyi“ örtme, gözlerden gizleme ve hatta mümkünse unutturma girşimidir.

Kuşkusuz, „Kan ve Aşk“ filmi örneğindeki gibi Sırp ve müslüman kökenli çiftlerin ayrılığa, ama ardından etnik kışkırtmanın beslediği nefretle büyüyen kindarlığa yenilmeleri bugünkü uluslararası sanatın boyutlarını fazlasıyla aşan büyük bir hikayedir. Ama, aşkın maşukları kaybedip düşmanlık ve nefretle kuşatılmasının asıl sorumlularını göster(e)meyen her sanat eseri, aslında var olan durumun ortadan kaldırılmasına değil, sürdürülmesine hizmet edecektir. Çünkü, aşıkları huzura kavuşturacak biricik „çözüm“ aşkın ve ümidin düşmanlarını açığa çıkarmaktan geçecektir.

Bosna Savaşı döneminde geçen bir hikaye anlatan “Kan ve Aşk”, Sırp milisi Daniyel ve müslüman ressam Ayla‘nın çatışmaların başlamasıyla kaybettikleri aşkın ve onları kuşatan nefretin peşinden gidiyor. Komutasındaki milisler sonunda Ayla, kız kardeşi Leyla ve Leyla’nın bebeğinin birlikte yaşadıkları daireyi basıp onları esir aldıklarında Daniyel aşk ile tekrar yüzleşecektir.

Savaş insan üzerinde „öylesine“ tahribatlar yapar ki, aşkı kaybedenler çoğu kez bunun farkına bile varamazlar. Birde o „kötü“ politikacılar, insanları anlamaktan öylesine uzaktırlar ki, aşk onlara da yaklaşamaz! Aşkı ve savaşı anlatmasını, örneğin bir Ken Loach duyarlığı ve bilinci ile vermesini beklemediğimiz Angelina Jolie, ne yazık ki, beklentilerimiz yönünde bir film çıkardı.

Bilinci destek almayan her duygusallık, sonunda gerçeğin gizlenmesine neden olur. Angelina Jolie de, Bosna merkezli bir hikayeyi seçmek gibi, alkışlanası bir işe „soyunmuş“ olsa da, sonuçta olayların örgüsünü anlama ve aktarmada yaşadığı zorluklar onun kaba ve sıradan bir sentimantalizme boyun eğmesine neden olmuş. Halbuki, kendi ismi ve uluslararası „camia“nın „medeniyetin ortasında işlenen cinayetlere duyarsızlığına karşı durma cesareti „Boşnak gerçeği“ni tüm dünyaya duyurmak için harika bir fırsattı.

Kan ve Aşk (In The Land of Blood and Honey)
Yazan ve Yöneten: Angelina Jolie
Görüntü Yönetmeni: Dean Semler
Müzik: Gabriel Yared
Oyuncular: Rade Serbedzija, Zana Marjanovic, Goran Kostic, Branko Djuric
ABD, 2011, 127 dakika

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Küresel köyün kavalcısı geri döndü



Küreselleşme dünyayı bir köye dönüştürürken, gülmece kaynaklarımızı da değiştiriyor. Artık, küreselleşmenin merkezi konumundaki ülkelerde kapı komşu olsa da, bir gün bile selam verilmeyen göçmen sadece “işgücü” olmakla kalmıyor. Aynı zamanda majestelerinin gülme ihtiyacını da karşılıyor.

Bir metropol varlığı olarak insan, kendisine gülemez. Çünkü, gülmek hiyerarşik sıralama içerisinde bulunduğu konumu onaylayan, hatta mümkünse pohpohlayan bir işlev üstlenmek zorundadır. Böylece, bizde “köyden indim şehire” ana fikirle gülünen “ahmaklıklar” bir anda evrenselleşiverir. Artık, şapşallıklarına güleceğimiz karakterleri küresel köyün kavalcısına ısmarlayabiliriz.

Yüksek kalitedeki metropol hayatına ahmaklık derecesinde yabancı, bayağı ve nezaketsizliği ile komik ve sıradan bir metropol işçisinden bile daha cahil; işte Amerikan Film Enstitüsü’nün “muhtemelen yeni bir komedi türünün yaratıcısı” olarak övdüğü Sacha Baron Cohen ya da Borat’ın şifreleri.

Amerikalılar kendi yaptıkları filmler dışında film seyretmiyor olabilirler. Ama, biz Fransa’da Louis de Funes, Almanya’da Karl Valentin, Türkiye’de Kemal Sunal’dan aşinayız, en alttakinin “yukarı”ya doğru hamlesine katıla katıla gülmeye! 20. Yüzyılın ilk yarısında sirklerde insanların çok güldükleri atraksiyonların en önünde, bir dönemeçin içerisinde şaşkınlık ve korkuyla sonsuza dönen “hamster” olurdu, örneğin. Küreselleşme ile hamster “medeniyet görmemiş” üçüncü dünya insanları ile yer değiştirdi, artık.

Kazak muhabir Borat ve sahte Alman Brüno’dan sonra, Sacha Baron Cohen şimdi de, üçüncü dünyalı bir diktatör ile karşımızda. Birleşmiş Milletler’de konuşma yapmak üzere yolu New York’a düşen diktatör, “gerçek hayat” ile yüz yüze gelir! Ama, ne hayat! Birleşik Devletler’in çöplüklerinden kadınlarına kadar her alandaki üstünlükleri resmi geçit yapar, filmde!

Birleşik Devletler’in eski Sovyetler Birliği’nin etki alanını kırmak amacıyla geri ülkelerde eli kanlı diktatörlükleri beslediğini umutmamızı ister, Cohen. Bağımsızlık, eşitlik ve demokrasi için taleplerin bastırılmasında Birleşik Devletler ön ayak olmamıştır, “danışmanlık” yapmamıştır, sanki. Artık, “hür dünya” kendisini demokratikleşme olarak pazarlamaktadır, ya! Cohen de uyacaktır buna. İkinci bir emre kadar!

Cohen, dünyanın gülünesi gerçeklerini perdeleyerek majestelerinin komedyeni işlevini üstleniyor. Metropol emekçisini, “gülebilirsin, çünkü senden daha cahiller var” mesajı ile kandırıyor. Gülmek ile bayağılaşmak, bayağı ile göçmen (üçüncü dünyalılar) arasında doğrudan bir ilişki kurarak, sınıfsal ve emperyalist hiyerarşiyi sanatsal platformda yeniden üretiyor. Topluma geri ilişkileri olağanlaştıran gerici bir gülmece anlayışı empoze ediyor. Bu haliyle de hiç komik olamıyor. Olsa olsa (beyaz) sarayın soytarısı oluyor.

DİKTATÖR
Yönetmen: Larry Charles
Senaryo: Sacha Baron Cohen, Alec Berg, Jeff Schaffer, David Mandel
Müzik: Erran Baron Cohen
Oyuncular: Sacha Baron Cohen, Anna Faris ve Ben Kingsley
ABD, 2012, 83 dakika

17 Mayıs 2012 Perşembe

Hırsızsan, babana bile güvenmeyeceksin!


“Yolsuz” Hasan’ın aklında harika bir fikir vardır: Yakınlardaki turistik otelin kaçak kumarhanesini patlatacaktır. Her hırsızın iştahını ilk bakışta kabartsa da, Hasan’ın planı biraz farklı: Otelin bulunduğu kasabaya sahte bir polis karakolu kurulacaktır. Başkomiser de Hasan!

İşte, işlerin sarpa sardığı yer de buradan itibaren başlar. Çünkü, Hasan’ın arkadaşları tipik kenar mahalle çakallarından oluşmaktadır. Zaten filmi “komik” yapan da, kenar mahalle hırsızlarının kendilerine birkaç beden büyük bir elbiseye sığmaya çalışmalarıdır.

Sonunda, herkes birbirini kazıklar ve Hasan ile arkadaşları elleri ceplerinde “mekan”a geri dönerler. Hırsızların dünyasında babaya bile güven olmaz, “aga”!

Kahraman polislerimizin çalışma yöntemlerine dair “inceden”, şakayla karışık dokundurmalar filmin genel zeka düzeyini yükseltse de, sağlam bir “fikir”in, başarılı bir projeye dönüşememiş halini izliyoruz, “Öz Hakiki Karakol” filminde. Her şeye rağmen, İbrahim Güler ve arkadaşlarına sınırlı bir bütçe ile, filmi çeken temel faktörün “beyin” olduğunu tekrar ispatladıkları için teşekkür etmek gerek.

ÖZ HAKİKİ KARAKOL
Yönetmen: İbrahim Güler
Senaryo: İbrahim Güler, Erdal Bektaş
Görüntü Yönetmeni: Akdeniz Adıyaman
Müzik: Batuhan Fırat
Oyuncular: Emin Maltepe, Cengiz Bozkurt, Oktay Gürsoy, Serkan Genç, Sezgin Cengiz, Hasan Demirtaş 
Türkiye, 2012, 85 dakika

5 Mayıs 2012 Cumartesi

"Ekümenopolis", Çünkü İstanbul Hepimizin...



“İstanbulʼdaki ekolojik eşikleri aştınız. Nüfus eşiklerini aştınız. Ekonomik eşikleri aştınız. Peki nereye gidecek bunun sonu?”

Bu hafta gösterime giren bir film özellikle ilgiyi hak ediyor. Çünkü, bu film hem ticari kaygıların tamamen dışında bir yapım ve üstelik bir belgesel. Fakat, filmi önemli kılan asıl özelliği ise, yaşadığımız kente ışık tutan, yaşam alanlarımızı sorgulayan ve bizim de birlikte sorgulamamızı kışkırtan bir film olması.

Pek çok uluslararası gösterim ve ödülden sonra kendi kentinde sinemalarda gösterime giren „Ekümenopolis“ bir kentte yaşamak koşulları nelerdir, bedeli nedir gibi hepimizin sormaya geciktiği soruları masamıza koyuyor.

“Kontrolsüz kentleşme” hastalığından müzdarip, varlık nedeni neredeyse sadece rant sağlabilme koşuluna endekslenmiş bir kenti yaşıyoruz, her gün. “Kentsel dönüşüm” adı altında yüzlerce yıllık mahalleler yerlebir ediliyor. İstanbul sadece içindeki tüketmekle kalmıyor. Yaşayan dev bir ucube organizmaya dönüşen şehir, bir tarafta Bolu’nun, öteki tarafta bütün Trakya’nın suyunu çekiyor. Kuzey ormanları gözle görünür bir şekilde tahrip olurken, 3. köprü ve “Kuzey İstanbul” projeleri İstanbul’un son kalan orman ve su havzalarını tehdit ediyor.

1980 yılında, ilk „metropolitan ölçekli“ plan yapıldığında, bilim adamları tarafından İstanbul’da en fazla 5 milyon kişinin sağlıklı ve insanca yaşayabileceği belirtiliyordu. Bugün kent nüfusu 15 milyon. 15 sene sonra 25 milyon olacak. Yani kaldırabileceğinin 5 katı.

Çarpıcı görselleriyle “Kentsel dönüşüm” masalını, 3. Köprü’yü, küresel kent iddiasını, yaklaşan emlak krizini, TOKİ’nin icraatlarını, mahalleleri, AVMleri, ormanları, Marmaray projesini, gökdelenleri, kısacası bütün İstanbul’u mercek altına alan „Ekümenopolis“, Ali Ağaoğlu'dan, Ayazma sakinlerine, Oktay Ekinci'den Mücella Yapıcı'ya, Mustafa Sönmez’den Hüseyin Kaptan’a pek çok önemli isimle söyleşiye de yer veriyor.

Türkiye’de ilk defa filmin samimiyetine ve niteliğine inanan insanların bireysel katkılarıyla gerçekleştirilen ve animasyonlar, grafikler ve özgün müziklerle desteklenen „Ekümenopolis“ seyircisini seyirci kalmamaya çağırıyor. Çünkü kentler hepimizin.

Ekümenopolis - Ucu Olmayan Şehir

Yönetmen: İmre Azem
Yapımcı: Gaye Günay
Müzik Yapımcıları: Lari Dilmen, Nilüfer Ormanlı
Çizimler: Özlem Ölçer
Motion Graphics: Egemen Şenkardeş, Sinan Büyükbaş, Uluç Ali Kılıç
Özel Efektler: Onur Güngör, Piero Masztalerz
Türkiye, 2011, 88 dakika
+++++