14 Ekim 2013 Pazartesi

Yılmaz Erdoğan’ın ustalık dönemi filmi: “Kelebeğin Rüyası”

Yılmaz Erdoğan’ın son filmi “Kelebeğin Rüyası” yabancı filmlere verilen Oscar ödülü alanında Türkiye adına aday gösterildi. Hemen bu kararın Kültür Bakanalığı tarafından açıklanmasının ardından film tekrar gösterime girdi. 



Zonguldaklı şair Rüştü Onur’un hayatının anlatıldığı filmde, son zamanların en çok konuşulan iki oyuncusu Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ başrolleri paylaşıyor. Belçim Bilgin ve Zeynep Farah Abdullah’ın filmin en önemli iki kadın karakterini canlandırdığı film Zonguldak’tan İstanbul’a kendisini şair olarak kanıtlamak kavgası içerisindeki genç bir şairin hikayesi.

Daha önce çektiği filmlerde ve yarattığı tiplemelerde Güneydoğulu karakterleri yansıtsa da, karakterlerinin merkezinde insan ve insana ait haller olan Erdoğan, bu kez sinemasını Zonguldak’tan yansıtmış perdeye. 20 yıllık genç bir cumhuriyetin var olma kavgasının sanata izdüşümü, şair Rüştü Onur’un hikayesi. 

Muassır medeneniyet” seviyesine ulaşma çabasındaki Türkiye’nin şiirde de yaşadığı “yarış”ın yansıması. Onur’un şiirlerini, en yakın arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu’nun Duhamel ile karşılaştırması bunun göstergesi. Yılmaz Erdoğan’ın sineması da, yerelliği kabul etmeyen, Onur’un hikayesinden evrensel bir sinema dili yaratma becerisiyle, aynı çizgiyi sürdürmüş diyebiliriz.


Yılmaz Erdoğan’ın başarıyla oynadığı ve hikayenin geçtiği dönemde Çelikel Lisesi’nde ebebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil, “veremli şair”in ve arkadaşlarının 

Dağlarda ateşler yandıkça
Karanlıktan korkulmaz” 

ilkesini öğrenmesini sağladı. 

Belki de, Rüştü Onur ve sanatla ilgilenen diğer gençlerin hayatı sorgulayarak şiire ulaşmalarındaki en önemli kaynak olan Necatigil’in düşünce ile estetiği birleştiren şiir anlayışının izleri, onların şiirinde de görüldü. 

Aynı zamanda şair olan Erdoğan’ın şiir üzerine küçük sohbetler olarak yazdığı sahnelerden birinde Behçet Necatigil’in 

Ne güzeldir dünya, 
Yaşamayınca!” 

dizelerini genç şairlerle okuyunca, Rüştü Onur’un en çok bilinen şiirlerinden birisi gelir: 

Dilsiz değilim, susamam 
(Öyle ölüler gibi) 
Bu güzel dünya ortasında”. 

Yılmaz Erdoğan filmiyle, sadece sanatçı olarak var oluş kavgasını sürdüren genç bir şairin hikayesini anlatmaz, aynı zamanda küreselleşme kıskacında yok oluş tehdidi altındaki şiiri de sahiplenir, böylece.


Ülkenin her yanında modernleşme atılımının kültürel aracısı olan Halkevleri, Yılmaz Erdoğan’ın filminde de önemli bir işlev üstleniyor. Adana’da, Trabzon’da, Elazığ’da olduğu gibi, Zonguldak’ta da gençlerin dans, tiyatro gibi çalışmalara katıldıkları buluşma alanı olan Halkevi, yerel kültürel hayatın merkezi durumunda. “Kömür karası” bir hayatın “mükellefiyet” uygulaması ile zorunluluğa dönüşmesine itiraz aynı zamanda. 

Yılmaz Erdoğan vereme tutsak bu hayatın içerisinden filizlenen yeni bir dünya özlemini başarıyla yansıtmış, sinemasına. Nasıl ki, Rüştü Onur bir meydan okumayla, 

Hallaç Mansur’dan sonra, 
benim derim yüzülecek, 
Zonguldak’ta” 

diyorsa, yönetmen de, filmiyle Anadolu’daki sanatçının meydan okumasını unutulmayacak bir şair portresi ile betimlemiş. İstanbul’a karşı kendisini kabul ettirme savaşını çoğu kez kaybeden Anadolu sanatçısı, Rüştü Onur’un şahsında ve Yılmaz Erdoğan’ın hikayesinde galip gelmiş diyebiliriz.

Kelebeğin Rüyası”, bence Yılmaz Erdoğan’ın “ustalık dönemi” filmi olarak kabul edilmelidir. Yönetmen bu filmle ustalığını kanıtladı, demek istemiyorum. Ancak, ürettiği eserin her karesine sinmiş olan kendisi ve dilindeki evrenselliğin uyumu bir yönetmenin olgunluk dönemini ifade eder ise, Yılmaz Erdoğan bunu “Kelebeğin Rüyası” ile başardı, diyebiliriz.



Kelebeğin Rüyası
Yönetmen ve Senarist: Yılmaz Erdoğan
Müzik: Rahman Altın
Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil, Servet Pandur.

5YILDIZ

13 Ekim 2013 Pazar

Kendi halince bir Bedreddin: Tuncel Kurtiz

Son dönemde rol aldığı dizilerdeki performansı nedeniyle geniş çevrelerce de tanındığı için, ölümü ile kamuoyu sarsıldı. Neredeyse herkes, Tuncel Kurtiz hakkında bir şeyler yazmaya yönelmiş durumda. Ancak, bütün bu yazılanların hangi oranda sanatçıyı anlatmayı ve aktarmayı başarabileceğine dair bir tahminde bulunmak zor.


Ama, bir şey var ki, yazmadan geçmek, Usta’ya hakaret olacaktır. Ömrü boyunca ve her fırsatta ateist ve komünist olduğunu açıklamış bir kişiyi, İslami inançlara göre mezara koymak nedeniyle, Tuncel Kurtiz’in ailesi adına buna karar verenler hakkında hiçte iyi düşünmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Üstelik,  “cenaze namazının kılınmadığı” gerekçesiyle, mezarından tekrar çıkarılması ise, geçiştirilebilecek bir durum değil, sözcüklerle eleştirilebilecek bir durum hiç değil. Ne yazık ki, ülkemizde “cenaze sahipleri” gibi davranmayı bırakıp, ölen kişiye saygıyı öne almayı öğrenemiyoruz. Bir avuç din bezirganı medya maymununa Tuncel Kurtiz’in cenaze törenini alay konusu yaptırmaya kimsenin hakkı yoktur. Kurtiz’e aile bağları ile en yakın olanların, fikren en uzak konumda olduklarını daha törende göstermiş olmaları gerçekten üzücü.

Ben, belki de Tuncel Kurtiz hakkında yazı yazmayı hak edecek en son kişi olabilirim. Evet, Berlin’de, İstanbul’da, Çamlıbel’de yan yana olduk. Sohbetlerimiz, sinema üzerine tartışmalarımız, anılar denizinde kulaçlarımız oldu. Ama, bunlar Tuncel Kurtiz gibi bir oyunculuk devini anlatabilmek için yeterli midir? Emin değilim.

Kendisine de açıkladığım bir fikrimi burada yinelemek istiyorum. Bence, oyunculuk alanında Türkiye’de zirveyi üç kişi paylaşır. Fikret Hakan, Erkan Yücel ve Tuncel Kurtiz. Fikret Hakan belki dil bilmemesinden, belki de korkaklığından yurtdışına gidemedi. Yabancı filmlerde rol alsaydı, eminim ki, dünya çapında büyük bir oyuncuyu konuşuyor olacaktık. Erkan Yücel hem sosyalist angajmanı ve hem de sanatla ilgili beklentileri nedeniyle oyunculuğunu sunamadı. Buna, erken ölüm de eklenince, dünyada yapacak çok iş bırakıp gitti. Ama, Tuncel Kurtiz her iki aktörün yapamadıklarını yaptı. Bu bakımdan, oyunculuğumuzun zirvesi olarak kabul edilmelidir.

Tuncel Kurtiz’in bence en ayırt edici özelliklerinden birisi sonsuzluk konusundaki dervişlere eşdeğer yaklaşımıydı. O’nun için doğru ve yanlış aynı şeydi. Diyalektik materyalizmin yoğun olarak kendisini gösterdiği bir ifade tarzı vardı ki, bu nedenle sürekli, “hadi bir yanlış yapalım” derdi. Bu, doğrunun göreceliğinden yola çıkan ve sonsuzluğa ulaşan bir yaklaşım tarzıydı. Beni, Tuncel Kurtiz en çok bu yönüyle etkilemiştir. Burada da, kendisinden ödünç alarak, “bir yanlış yapmak istiyorum” ve bir biyografi yazmaktan çok, benim kafamdaki Tuncel Kurtiz görüntüsünden bir parça sunacağım.

ÇİRKİN KRAL’LA KADER BİRLİĞİ
Tuncel Kurtiz denilince Yılmaz Güney demeden geçmek olmaz. Çünkü, Kurtiz’in sanat yolculuğunda en çok etkilendiği sanatçıdır, Güney. Dostluklarının üniversite sıralarından gelmesi değil, ama sosyalist kanaatlerinin benzerliği ile birbirlerini etkilemişlerdir.

Yılmaz Güney’le 1957 yılında tanışmıştım. Ben hukuk fakültesinde okuyordum, ya da bırakmıştım, İngiliz filolojisine geçmiştim, yahut galiba felsefedeydim. Elimde bir bavul kitapla dolaşıyordum. İçinde James Joyce’tan tut da Faulkner’a kadar, Sait Faik’e, Cahit Sıtkı’ya, Orhan Veli’ye, James Hilton’a, Rabindranath Tagore’a tonlarca kitapla dolaşırdım.


İkisinin de “kitap kurdu” derecesinde okur olmaları ve edebiyat ve felsefe ile sıcak ilgileri, aynı zamanda yollarının kesişmesini ve birikimlerini ortak bir sanat havuzuna akıtmalarını sağlamıştır. Bu “ortak payda”nın ekseni ise, yurtseverlik ve zalimlerden nefret eden bir sanatı “bize özgü” işlemek olmuştur. İki sanatçıyı birbirine yaklaştıran budur. Aynı zamanda, her ikisinin de büyük sanatçı olmalarını besleyen kaynağın da bu dünya duruşu olduğunu düşünüyorum.

Yılmaz da iktisat fakültesindeydi. O da Cep Tiyatrosu’na girdi bir ara. Fakat asistanlık yapmaya başladı. Yani bir tanışıklığımız yoktu o zaman. Bebek’te bir apartmanın bodrum katında oturuyordu. Bir daktilosu vardı masada, bir de sandalyesi. Asabi bir çocuktu. Komünistti. Ben de komünisttim.

Tuncel Kurtiz ‘Umut’ öncesinde rol aldığı bir dolu filmi görmezden gelir. Çünkü, onlar hedefe giden yolda, verilmesi gereken bedeller olarak görülür.

Yılmaz hapisten ve sürgünden döndü. “Gel usta, beraber olalım,” dedi ve Konyakçı Kabadayılar Kralı diye bir film yaptık. Facia bir şey. Arkasından bir de Üçünüzü de Mıhlarım’ı yaptık. “Ne yapıyoruz ağabey?” dediğim zaman, “Ağabey, böyle yapacağız şimdi,” dedi, “Şimdi böyle yapacağız, çirkin kral olacağız ki istediklerimizi yapalım”.

Umut’ filmi ise, Türk Sineması’na yeni bir dönem açtırdığı kadar Yılmaz Güney ve Tuncel Kurtiz’in de hayatını değiştirmiştir. Adanalı arabacı Cabbar’ın egemenlerin arasında ezilmesi, kurulu düzenden umut yaratmanın acı sınırlarını çarpıcı örneklerle gösterir. Başka bir deyişle, ‘Umut’ filmi, umutsuzluğun filmidir.

Beni geldi aldı “İhtiyar,” dedi, “sen gel”. İyi, gidelim, dedim. “Babamın hikayesi,” dedi. “Babam evi kazdı temellerine kadar burada define var diye. Bir hoca girdi kafasına, sattılar, sıvadılar. Hoca yedi, gitti. En sonunda da evde hiçbir şey kalmadı,” dedi.

Umut’ Türk Sineması’nda taşları yerinden oynatır ama, Türk sosyalistlerine kendisini beğendiremez. En acımasız eleştiriler de onlardan gelir.

Film çıktığı zaman Halit Refiğ’den bir eleştiri geldi. Dedi ki “Bu film bir Hıristiyan filmidir”. Doğru tarafları da vardır. Ama Hıristiyan filmi değildi. Neden “Hıristiyan filmidir?” dedi. “Çünkü,” dedi, “bizim Türkiye’mizde loncalar vardır. Bir arabacının atı ölürse öteki arabacılar ona bir at alırlar,” dedi. Biz de “Öyle şey olmuyor artık,” dedik; “O senin rüyan, hayallerinde var”. Kemal Tahir üstadımız “Bu ne biçim iştir?” dedi; “Ne lüzumu var böyle at arabacısı filan? Endüstriyel bir dönem yaşıyoruz, sanayi devriminin içindeyiz. Bir şoförü ele alsaydı,” dedi. Sosyalist gazetesinde Hikmet Kıvılcımlı’nın ise şöyle bir eleştirisi çıktı: “Biz Yılmaz Güney’i elinde kızıl bayrağıyla arabacılar grevinde ön safta görmek isterdik.” Yılmaz da bu gürültülerin arasından Çirkin Kral olarak çıktı.

Tuncel Kurtiz sanatsal yaratıcılığını halka ulaştıran Yılmaz Güney’e her zaman minnet borcu ve vefa duygusu ile yaklaşır:


Yılmaz Güney’le ilgili şunu söyleyebilirim: Yılmaz’la yaptığım Sürü ve Umut filmleri, bana iki kanat olmuştur Avrupa’da. Aldığım bütün işler aslında, bu iki filmde gösterdiğim performansı gören batılı rejisörler tarafından bana teklif edilmiştir. İsrail’de iki tane filmde oynadım, İtalya’da bir filmde, Fransa’da iki filmde oynadım. Almanya’da birçok filmde oynadım. Bunlar hep Umut ve Sürü’den dolayı olmuştur. Yoksa beni nereden tanıyacaklardı? Nereden göreceklerdi ki? Ben Peter Stein’la da çalıştım, Peter Brook’la da çalıştım. Eğer ölmeseydi David Lean’le de çalışacaktım.

BERLİN MACERASI
Berlin’den canımı sıkan bir telefon aldığımda, biraz önce aktarılan isimlerden sadece birisini unutmamıştım: Tuncel Kurtiz. Telefonla bana ulaşan dostum, Berlin’de bir Türk tiyatrosu kurmak için gelen oyunculara karşı kirli bir kampanya başlatıldığını bildiriyor ve bu sanatçılara sahip çıkmak için yardım istiyordu. Haklarında “12 Eylül’ün darbeci faşistleri” ile işbirliği yaptıkları iftirası yayılan sanatçılardan Tuncel Kurtiz’i tanıyordum. Halk Oyuncuları ekibinde sahnede ve sonrasında özellikle de Yılmaz Güney’in Umut ve Sürü filmlerinden aklıma kazınmış bir oyuncu idi. Nasıl oldu da, Türkiye’nin en seçkin oyuncuları Berlin’de böylesi akıl almaz bir iftiraya uğradılar?

Dünyaca ünlü Alman tiyatro yönetmeni Peter Stein Meray Ülgen’in Berlin Oyuncuları grubunu ‘Schaubühne’ye davet eder. Türkisches Ensemble der Schaubühne (Schaubühne Türk Topluluğu) adına alan grup, Stein’ın da çabalarıyla Türkiye’den oyuncu ve yönetmen çağırır. Beklan Algan, Ayla Algan, Şener Şen, Macit Koper, Kerim Afşar’la beraber Tuncel Kurtiz de Berlin’e gelir. Ancak, aynı dönemde Vasıf Öngören’in de Berlin’de bir tiyatro kurmaya kalkışması işleri karıştırmıştı. Çünkü, tiyatro yapabilmek için tek mali kaynak devlet yardımıydı ve Berlin Kültür Senatosu Peter Stein’ın kurduğu ekibi destekliyordu. TKP sempatizanları da, artık kimin emri veya dayatması ile olduysa, Schaubühne’de çalışan oyunculara karşı akıl almaz bir karalama kampanyası başlatmışlardı.

Tuncel Kurtiz bu döneme ilişkin şunları anlatıyor: “ Birdenbire Peter Stein beni çağırdı, “Tuncel,” dedi, “Çok kötü şeyler oluyor. Tiyatroya büyük tehditler yağıyor, ‘Yakarız, ederiz. Bu faşisti nasıl oynatırsın?’ diye”. “Kimmiş faşist?” dedim. “Bütün sol gruplardan yazılar geliyor, ‘faşist Öztürk Serengil’i oynatmayın, yakarız’ diyorlar,” dedi. Dedim ki “Öztürk faşist filan değil. Öztürk palyaçodur.” Harika, inanılmaz bir palyaçodur yani. İnanılmaz! Öztürk Şehir Tiyatrosunda Abdurrahman Palay, Şirin Devrim’le Hırçın Kız’da seyis rolünü oynamıştı, valla İngilizler o kadar iyi oynayamamışlardır. Başka bir yetenekti o, inanılmaz bir adamdı. “Sana faşist diyorlar Öztürk ya” dedim. “Yok be İbrahim!” dedi, “Bir gün,” dedi, “ben Sheraton’dayım. Aşağıda MHP’nin bir eğlencesi varmış, beni de çağırdılar. Gittim, baktım, Türkeş orada. Yakaladım kelleyi, ‘Vay be! Kelleye bak!’ dedim. Ağabey, ben artık gelmeyeyim,” dedi, “Bu işin tadı kaçtı.” Halbuki orada harikulade iki rol var ve ondan iyi kimse oynayamaz o rolleri. Armatörü ve Keşanlı’nın siyasetçisini oynayacaktı ve piyes birdenbire ayağa kalkacaktı. Ama solcu arkadaşlarımız dediler ki “Bu faşiste asla iş verilmeyecek!” Peki ağabey.

Elbette, sorun Öztürk Serengil sorunu değildi. Schaubühne’de bir araya gelen Türk tiyatrocuların neredeyse hepsinin sosyalist kanaatleri olsa da, TKP kontrolünün dışında bir çalışma, Berlin’de Türklere ilişkin ne yapılacaksa, bizim denetimimiz dışında olmayacak anlayışına sahip “yoldaşlar”ı kızdırmıştı! Tuncel Kurtiz’in ölümünün ardından anılarını yazan Aydın Engin’in 1960’lı yılların ilk yarısında bodrum katında içilen şarapları dahi hatırlayıp, Berlin’de yaşananlara tek sözcükle olsun, değinmemesine ne demeli? Algıda seçicilik artık anıda seçicilik haline mi dönüştü? Vasıf Öngören Engin’in de arkadaşı ve yoldaşıydı. En azından, “benim arkadaşım aktördü” diye Usta’nın arkasından yazı yazıyorsan, yoldaşlarının arkadaşına yaptıklarını da hatırlayacaktın, sayın Engin.

Berlin’de türü dedikodu ile Schubühne’deki oyuncuların “faşist” olduğu, “12 Eylül darbeci yönetimiyle işbirliği yaptıkları” gibi asılsız iftiralarla yıpratılması kampanyası dur durak bilmiyordu. İlk sahnelenen oyunun (Giden Tez Geri Dönmez, Reji: Macit Koper) prömiyerinde de devam etti. Tuncel Kurtiz anlatıyor: “Çok büyük bir projeydi. Halkımızla bir selamlaşma projesiydi. Ondan sonra prömiyer gecesi gelip yuhaladılar bizi. Benimle Ayla’nın sevişme sahnesinde de bana “Potsdamer Strasse’ye! Yılmaz Güney’in sana verdiği emeklere yazıklar olsun!” diye bağırdılar.” (Potsdamer Strasse denilen yerde fahişeler çalışır. YN)

Bu yıpratıcı saldırıya dayanamayarak Berlin’i terk eden oyuncular Kerim Afşar ve Şener Şen oldu ilk. Tuncel Kurtiz ise yönünü önce İsveç’e sonra Fransa’ya çevirecekti. Çünkü, Yılmaz Güney “Duvar” adlı filmine başlıyordu. Herşeye rağmen, Tuncel Kurtiz “Keşanlı Ali Destanı” (1980), “Ferhad ile Şirin” (1983) ve “Küçük Kara Balık” (1984) oyunlarını yönetti. Beklan Algan, Macit Koper ve Meray Ülgen’in yönetmenliğinde oynadı ve Berlin Türkiye dışında ilk Türk tiyatrosu yapılan kent olarak tarihe geçti.

İSVEÇ MACERASI
Tuncel Kurtiz İsveç’e geçince, orada Tunç Okan adında birisi ile karşılaşır. Birisi dediysem, yanlış anlaşılmasın. Tunç Okan Yeşilçam’da oyuncu olarak tanınan birisidir. 80’lerin başında herkesin yapmak istediğini yapmış ve Avrupa’ya “kapağı atmıştır”. Sinema yapma koşullarının Avrupa ülkelerinde farklı karakterini ilk kavramış sinemacılardan olduğu söylenebilir. Gerisini Tuncel Kurtiz’e bırakalım:

Tunç Okan geldi, beni buldu Zürih’te. “Film yapacağız ağabeyciğim,” dedi. “Yapalım ağabey” dedim. Dedi ki “Sen bir dişçi olacaksın. Ben avukat olacağım. İkimiz de devrimciyken sonra birdenbire birimiz devrimci olmaktan vazgeçeceğiz. Ondan sonra aynı kızı seveceğiz. Chopin çalarken düelloya çağıracağım ben seni.” Dedim, “Ağabey ne yapıyoruz biz ya?”. Fasulye kovboylar filan, bahsetti bir şeyler. Kaba, grotesk bir hikaye var elde. Yani bayağı sevmediğim bir hikaye, çünkü ben alay etmekten yana değilim. İnsanları tanımaktan yanayım. Velhasıl başladık. Çok güzel anlar yakaladık ve bir yere kadar geldik. Ben filme yarı yarıya ortağım. Stockholm’ün prodüksiyonunu ben yönetiyorum. Oyuncuları ben buluyorum. Çekimleri yapıyoruz. Bir ara Tunç Okan herkese para vermeye kalktı. Biner kron, yani iki yüz lira filan. Aras Ören, Sümer İşgör, Ünal, Rauf Alazan, hepsi oyuncu. Ben paylaşmaktan yanayım. Herkes ortak olsun istiyordum filme. Çünkü hep beraber emek vererek yaptığımız bir şeydi. Başka türlü yapılamazdı bu iş. Ondan sonra Tunç bizim filmleri bir yerde yakaladı, aldı ve bir akşam kayboldu, gitti. Şoförü oynayan Oğuz vardı. Onunla anlaştı ve gidip filmi Hamburg’da bitirdi. Ve bir daha da görüşmedik. Bana da on altı sayfalık bir mektup yazdı: “Tuncel Kurtiz’in bu filmdeki işi köfte pişirmekten ibarettir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Ama kendisini hâlâ çok sevdiğim için ve alkolik dayıma benzettiğim için altı bin frank gönderiyorum”. Tabii ki parayı almadım ve bitti iş.

Tuncel Kurtiz böylece Avrupa’daki Türkiye ile tanışmış olur! Ancak, hiçbir işini yarım bırakmayan Kurtiz, bunu da başka türlü çözer:

Bundan sonra ben oturdum Gül Hasan diye bir film yaptım. Yine paramız yoktu ama arkadaşlarımız vardı. Hani Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”. Vardı dostlarımız. Bir işe başladık, kırk kutu film bulduk. O sırada Türkiye’den birçok grup, burada işçilerimize oyunculuk dersleri verip film yapacağız diye bir sistem kurmuşlardı. İyi para kazanıyorlardı bu işte. İsimlerini vermeyeyim. Hepsi geldiler, aktörlük dersleri verdiler ve gittiler. MHP taraftarı bir arkadaşımız orada “Türk, titre ve kendine dön” diye bir afiş yapıştırdı. Onları topladı. Ben de hikayeyi yazdım. Adamın da adını Okanbay koydum. Gelip Türk işçilerine “Tiyatro, sinema yapacağım, ama işte şöyle böyle,” filan diyordu. Yanımda Savaş Dinçel var, Müjdat Gezen var. Bir de Özcan Özgür var. Birisi aktör, birisi prodüksiyon amiri, birisi anlatıcı. Bir de Nuri vardı, arkadaşımız. Biz filmi bitirdik. Bazı problemler oldu. İsveç Enstitüsü para vermek istemedi. Kendi montajlarını kabul ettirmek için uğraştılar. Ama film iyi satıldı. Biz iyi para kazandık.

Gül Hasan”, aynı anda üç dilin konuşulduğu tek Türk filmidir, hâlâ. Benim de Nuri abiyle tanışmam, bu filmin varlığından haberdar olmamla gerçekleşti. Nuri Sezer tiyatro ve sinemada oyunculuk yaparken İsveç’e gelmişti. Tunç Okan’ın “Otobüs” macerası sonrasında Tuncel Kurtiz’le kader birliği yapmış ve Gül Hasan’ı ortaya çıkarmışlardı. Ardından, “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Kardeşim Benim” filmlerini yaptılar. Erden Kral’la yapmak istedikleri bir film nedeniyle iflas edince Nuri abi Berlin’e yerleşip o dönem revaçta olan video kaset çoğaltım ve satış işlerine girmişti. Erden Kral’la filmin çekim ve montaj aşamalarında ilişkiler kopma noktasına gelir.


Kimsenin aleyhinde konuşmak istemiyorum ama hoşlanmıyoruz birbirimizden. Onat Kutlar dedi ki “Tuncel, ben bu Hakkari’de Bir Mevsim’i senin için yazdım. Sen oynayacaksın.” “Oynamam ağabey,” dedim. Oynamam. Bir adam bir rejisöre inanmıyorsa nasıl oynar? Sonra Berlin’deydim. Yılmaz Güney’den telefon geldi. “Yol filmini çekiyoruz. Senin gelmeni istiyorum,” dedi. “Gelirim,” dedim, “Rejisör kim?”, “Erden Kıral” dedi. Bunun üzerine kusura bakma deyip reddettim. Arkasından telefon geldi tekrar, “Erden bıraktı, Şerif başlıyor,” dedi. O zaman da ben Schaubühne’yle mukavele imzalamıştım. Mecburen, Yol filmine gelemedim. Benim yerime Necmettin Çobanoğlu oynadı ve çok da güzel oynadı.

“HER İNSAN BİR KAİNATTIR”
Tuncel Kurtiz denilince, neredeyse onunla bütünleşmiş haliyle Şeyh Bedreddin gelir akla. Usta, Şeyh Bedreddin’in kişiliğini, dönemini ve etrafındaki müridlerini öylesine benimsemiştir ki, Radi Fiş’in deyişiyle “kendi halince bir Bedreddin” olup çıkmıştır.


Şeyh Bedreddin’i Yılmaz’la yapmak istiyorduk. İlk defa 1965’te bir kitap çıktı, Bedreddin diye. Onu okuduk. Nazım Hikmet’in Bedreddin Destanı’nı ben babamın eski sandığında bulmuştum. İnanılmaz bir ritim... Konuştuk, ettik. Yılmaz, tabii, çok başka bir Bedreddin düşünmeye başladı. Çünkü kırk bin asker var, on bin asker var. Büyük savaş sahneleri var. İnanılmaz büyük... Sonraya bırakmaya karar verdik.

Yılmaz Güney’le beraber yapamayacakları anlaşılır anlaşılmasına ama, Tuncel Kurtiz için Şeyh Bedreddin hayatının filmi olarak yaşamaya devam eder.

Hâlâ çalışıyorum. Hâlâ rüyalar görüyorum. En son rüyamda Amik Ovası’nda arabayla gidiyorum. Arabanın camında birdenbire benim Çiçek Bar’da çıplak oynadığım Bedreddin’den sahneler dolaşmaya başlıyor. Gözlerimi kapatıp iniyorum arabadan. Dışarıya çıkınca bir bakıyorum, 1410 yıllarından bir Osmanlı süvarisi uçarak geliyor. Çok güzel olması lazım o sahnenin. O atın üzerinde delikanlının uçması lazım.


Şeyh Bedreddin’i filme çekemedi Usta. Ama Bedreddince yaşadı. Bu gerçek.

Belki de ben her gece bir film çekiyorum. Belki bunu da çekemem. Ama uğraşacağım. Belki de çekerim. Daha yetmiş dört yaşındayım, henüz gencim.

İlk yayınlandığı yer: Berfin Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, Sayı: 188, Ekim 2013

8 Ekim 2013 Salı

Nejat İşler'i kim durduracak?

Bu fotoğrafa bakıp bakıp kederleniyorum. Neredeyse ağlayacağım. Bir insan hayatıyla bu denli dalga geçme "hak"kına sahip midir?


Evet, Nejat İşler'den söz ediyorum.

Yıllar önce, Nejat İşler bugünkü gibi ünlü olmadığı zamanlarda, Cihangir de bugünkü Cihangir değildi ve "idolü" Fikret Kuşkan'ın peşinden sürüklenirken içim hep cız ederdi. Yazık olacak, bu çocuğa, diye hayıflanırdım.

Fikret'in hayatla kavgasını o da benimsemişti.

Halbuki, hayatla kavga etmeye ne gerek var?

Hayatı cehenneme çevirenlerle kavga et!

Sonrasında, bence sadece gençlik farkı ile değil, aktörlükte de Fikret Kuşkan'dan ilerde performans gösterdi. 

Ama, hayatla kavgaya devam etti.

En son, Kaybedenler Kulübü filminde izledim.

90'ların "bohemian" tarzını yansıtmaya çalışan altıkırkbeş yayınlarının sahibi Kaan Çaydamlı'nın hikayesinde dizilerde gösterdiği performansın da gerisine düştü. 

Halbuki, "bohemian" kavram itibariyle zaten bir yanılsama, hatta daha ileri gidelim, bolca yalana yaslanır. 

Nejat İşler bu gerçeği de ıskaladı, gibi duruyor. Belki de, en iyi o biliyordur da, ondandır bu "boşvermiş"liği. 

Çaresizliğin yansıması olarak boşvermişlik.

+++

Fotoğrafa iyi bakınız.

Bu resimde Mustafa Kemal'in elinde rakı bardağı yoktur. Yani, resim "mise en scene" olarak "masaüstü yayıncılık" tarafından tasarlanmıştır.

Önce, Mustafa Kemal'in eline rakı bardağı tutuşturulmuş ve sonra da Nejat İşler'in "şerefine" tokuşturması resmedilmiştir.

Birinci yanlış, Mustafa Kemal'in resimdeki bir bardağı tutma ihtimalidir ki, bu nihayetinde "sıfır"dır. Çünkü, bu uzun-ince bardaklar çok sonraları moda olmuştur. Eski bardaklar ince belli ama kalın ve şişman altı olan bardaklardı.  

Hadi bunu "tasarımcılar"ın tarih bilgisi eksikliğine verelim.

Daha vahimi, "şerefe" yapılan tokuşturma ile verilmek istenen mesajdır.

Benim tanıdığım Nejat İşler, zaten "mesaj kaygısı" ile yaşamayan birisidir. Ki, böyle yaşamayı "hayat tarzı"na dönüştürmüştür. 

O halde, bizim çArŞı'nın "şerefine tayyip" türünden müstehzi bir kışkırma ile mi karşı karşıyayız? Hayır, sanmıyorum. Çünkü, aynı Nejat İşler kendi hayatı ile ne kadar "pervasız" ise de, başkalarına karşı o kadar da saygılıdır.

Peki, nedir o halde?

İçmek ile özgürlük arasında ideolojik bağıntı kurup, bunu kendi savunma alanı olarak korumak isteyen, ama bu arada, bütün toplumu da Cumhuriyet Devrimi'ni savunmanın içki içme özgürlüğünü savunmaktan geçtiğine ikna etmek isteyen bir "meczup" beyin fırtınası eseri midir, bu fotoğraf?

Her ne olursa olsun, bu fotoğraftan zarar görecek tek kişi Nejat İşler'dir.

Hayır, AKP'ye av köpekliği yapmayı gazetecilik sanan zevatın vereceği zarardan söz etmiyorum. Nejat İşler o cenaha iki dudağını büzerek yeterli cevabı kendisi verecektir.

Sözünü ettiğim, Nejat İşler'in kendi kendisi ile giriştiği düellodur!

Biyolojik sınırlar ile beynin çatışmasıdır. Ki, bu kavgadan hiçbir zaman beyin galip ayrılamamıştır.

Lütfen, sinemaya, aktörlüğe, Nejat İşler'e kişisel olarak saygı ve sevgi duyan herkese çağrımdır. Elbette, öncelikle Nejat İşler'in kendisine:

Nejat İşler lütfen, kendini yok etme! Sinemanın sana ihtiyacı var!

Sen asıl, hâlâ yapmadığın filmlerle unutulmaz bir isim bırakacaksın. Daha yüzlerce genç aktör adayı seni örnek alacak. Senin gibi oynamak isteyecek. Senin oyunculuğundan yola çıkarak seni aşacak!

İnsanın varlık nedeni, sadece doğmuş olması değildir. Hatta, hiç değildir.

Doğum rastlantısaldır. Evet. Ama, dünyadaki işlevimiz bizimle biçimlenir. Varlığımıza yaptıklarımızla anlam katarız. 

Ve, Nejat İşler'in önünde anlamlandıracağı koca bir hayat olduğuna inanıyorum.

Hayır, sadece bir aktör olarak değil. İnsan olarak. İnsan olduğumuz için aktörüz, terziyiz, itfaiyeciyiz vs.

İnsan olarak ve sadece kendimizin duyumsadığı, tecrübe ettiği, haz duyduğu, hüzünlendiği yaşamak...

Ve, senin de kardeşim, Nazım Hikmet'in 'Taranta Babu'ya Beşinci Mektup' şiirindeki gibi, "yaşamaya evet" demeni bekliyorum:

Görmek 
       işitmek 
              duymak 
                      düşünmek 
                              ve konuşmak 
koşmak alabildiğine 
başı dolu 
      başı boş 
koş- 
     -mak...  
Hehehey TARANTA-BABU 
                                             hehehey,
yaşamak ne güzel şey 
                   anasını sattığımın 
                                        yaşamak ne güzel şey... 
Düşün beni
kollarım, senin üç çocuk doğurmuş 
                                       geniş kalçalarındayken… 
Düşün sıcak… 
Düşün kara bir taşa damlayan 
                                çırılçıplak 
                                               bir su sesini...
İstediğin yemişin
                  rengini, etini, adını düşün... 
Gözdeki tadını düşün 
kıpkırmızı güneşin 
                     yemyeşil otun 
                            ve koskocaman 
                                             masmavi bir çiçek gibi açan 
                                                                      ay ışığının… 

Düşün TARANTA-BABU! 
İnsanoğlunun yüreği 
                           kafası 
                                    kolu 
yedi kat yerin altından 
                           çekip çıkarıp 
öyle ateş gözlü çelik allahlar yaratmış ki 
kara toprağı bir yumrukta serebilir, 
yılda bir veren nar 
                        bin verebilir. 
Ve dünya öyle büyük, 
öyle güzel 
       öyle sonsuz ki deniz kıyıları 
her gece hepimiz 
       yan yana uzanıp yaldızlı kumlara 
yıldızlı suların
       türküsünü dinleyebiliriz... 

Yaşamak ne güzel şey 
               TARANTA-BABU 
                              yaşamak ne güzel şey… 
Anlayarak bir usta kitap gibi 
bir sevda şarkısı gibi duyup 
bir çocuk gibi şaşarak 
                      YAŞAMAK...
Yaşamak:
birer birer 
       ve hep beraber
                 ipekli bir kumaş dokur gibi...
Hep bir ağızdan
              sevinçli bir destan
                                       okur gibi
                                                      YAŞAMAK...