23 Kasım 2012 Cuma

"Moskova'nın Şifresi: Temel" filminde bölgesel bir karakterden ulusal çapta bir sinema kahramanı yaratılmış


Temel’in maceraları devam ediyor

Sümela’nın Şifresi: Temel ikinci filmi Moskova’nın Şifresi: Temel ile gösterime giriyor. Temel’in maceralarının uluslar arası bir boyuta taşındığı ikinci filme ilginin de, Trabzon’da yapılan galada yaşanan izdihamı dikkate alırsak süreceğini söylemek yanlış olmaz. Temel tarihsel bir Karadeniz karakteri olmanın ötesinde, Alper Kul’un şahsında Trabzon’da çoktan benimsenmiş durumda.

Temel ikinci macerasında da saflık derecesinde dürüst, eşine sadık ve kötülerin düşmanı olmaya devam ediyor. Birinci filmde gönlünü kaptırdığı zengin kızı ile evlenmesini sağlayan altınları polise teslim eden Temel, uluslar arası bir çetenin düşmanlığını kazandığının farkında bile değildir. Ancak, Temel ve arkadaşları çeteye hak ettiği dersi verirler.

Yerel bir figürü ülke çapında sevilen ve benimsenen bir film karakterine dönüştürmek gibi zor bir işin üstesinden gelen Adem Kılıç ve Yılmaz Okumuş işbirliği bu filmde de sürüyor. Filmin hikayesinin de, oyunculuk ve tekniğinin de tempolu ve eğlenceli bir film izlemeyi sağladığını söyleyebiliriz. Yönetmen Adem Kılıç da, sanırım birinci filmin getirdiği güvenle daha rahat hareket etmiş.

Yerel hikaye ve karakterlerden film yapmak başlı başına bir handikap olsa da, son yıllarda ülkemizde özellikle de Ege, Trakya ve Karadeniz hikayelerinin yoğun ilgi ile karşılandığını gözlemliyoruz. Karadeniz’in en ünlü karakteri Temel’in bir güldürü filminde konu edilmesi elbette yeni değil. Ancak, Yılmaz Okumuş’un Keloğlan, Nasrettin Hoca gibi farklı tarihsel kişilikleri de Temel ile birleştirmesi, yerel bir figürden yola çıkarak ulusal çapta bir sinema kahramanı yaratmayı sağlamış diyebiliriz.

Başta yönetmen ve senarist olmak üzere tüm ekip ikinci filmin gişe başarısının birinci filmi geçeceği konusunda iddialı. Bekleyip göreceğiz. Ancak, yurtdışından gelen güldürü filmleri ile kıyasladığımızda, Moskova’nın Şifresi: Temel filminin yerli sinemamız için başarılı bir direnç noktası yarattığını söyleyebiliriz.

Moskova’nın Şifresi: Temel
Yönetmen: Adem Kılıç
Senaryo & Hikaye: Yılmaz Okumuş
Müzik: Kemal Sahir Gürel
Görüntü Yönetmeni: Ercan Özkan
Oyuncular : Alper Kul, Aslıhan Güner, Ruhi Sarı, Salih Kalyon, Ayşegül Günay, İsmail Hakkı, Çetin Altay, Necip Memili, Emin Albayrak, Anastasiya Pavelyeva, Duygu Şen, İsrafil Köse, Seymen Aydın, Erdem Baş,Gülden Güney, Barış Sezer, Sinan Bengier.
Türkiye, 2012, 100 dakika
5 YILDIZ

19 Ekim 2012 Cuma

Dirilişin destanı ‘Çanakkale 1915’


Hiçbir düşmanın, ordunun ve silahın yurt sevgisinden daha güçlü olamayacağını gösteren film: 



Turgut Özakman’ın 'Diriliş' romanından gene kendisi tarafından senaryosu yazılan ve Yeşim Sezgin tarafından yönetilen “Çanakkale 1915” filmi gösterime girdi. Genel olarak romanın izleğini takip eden film, Çanakkale’de yaşananları bugünün Türkiye’sinde anımsatmak istiyor.

Daha üç hafta once gösterime giren “Çanakkale Çocukları” filminin aldığı tepkileri göz önünde bulundurursak, “Çanakkale 1915” filmine karşı seyircilerin “ihtiyatla” yaklaşacağını tahmin etmek zor olmaz. Çünkü, Sinan Çetin’in senaryosunu yazıp yönettiği, en çok izlenen filmim olacak” iddiasıyla ve Fetih 1453 filmi kadar kopyayla gösterime soktuğu film sinema çevresinden ve seyirciden büyük tepki aldı. O kadarla kalmadı ve filmde rol alan oyuncular da birer birer Sinan Çetin’e karşı tavır aldılar. Bu durumda, hemen ardından gösterime giren yeni bir Çanakkale temalı film seyircide handikaplara yol açabilecektir.

Bu filme gidin!
Ama, biz şimdiden belirtelim, “Çanakkale 1915” ile Sinan Çetin’in filmi taban tabana zıt, iki farklı yaklaşımı temsil ediyorlar. Sinan Çetin işgale uğramış bir ülkenin evlatlarına “direnmeyin, kimse savaşa gitmezse barış olur” diyerek ihaneti önerirken, Turgut Özakman’ın romanı “Diriliş”in ruhuna uygun olarak çekilen “Çanakkale 1915” özgürlüğünü korumak istiyorsan işgalcileri püskürtmek zorundasın, mesajı veriyor. Çanakkale’de yaşananları doğru kavrayan ve doğru anlatan bir film, “Çanakkale 1915”. Dolayısıyla okurlara, gönül rahatlığı ile, kandırılma kuşkusu yaşamadan bu filme gidebileceklerini önerebilirim.


İngilizlerin Gelibolu yarımadasını topa tutmalarıyla başlayan film, savaş alanlarının farklı bölgelerinden yaşanmış farklı hikayelerle Çanakkale’de ne oldu, sorusunu yanıtlama çabasında. Yer yer belgesel kıvamında sahnelemelerle, tarihe geçmiş olaylar canlandırılırken, kimi zaman da sinematografik kurgulama ile derinlikli bir hikaye yaratılmaya çalışılmış.

Çanakkale 1915” hem savaşın kronolojisini takip etmeyi esas alırken, muharebe meydanında yer alan ve tarihe kalan olayları ve kişileri de yansıtmayı görev olarak almış. Alman subaylar hariç, neredeyse bütün komuta kademesine rol verilmesine özen gösterilmiş. Çanakkale savaşlarından unutulmayan anlar toplamı olarak da tanımlayabileceğimiz “Çanakkale 1915”, moral tansiyonu oldukça yüksek bir film olarak doğrudan duygularımıza hitap ediyor.

İki noktada eleştirilerim var:
Filmin senaryosunda,yönetiminde, oyunculuğunda, sahnelemesinde, sanat çalışmasında özenli bir emek sarf edildiği hemen göze çarpıyor. Ancak, iki noktada eleştirilerimi özellikle yapımcı ve yönetmenin değerlendirmesine sunmak istiyorum. Birincisi, özel efektlerle ilgili. “Fetih 1453” filminde de çalışan sanatçı arkadaşımız, artık karanlık sahneler yaparak “zevahiri kurtarmak” modundan uzaklaşmak zorundadır. Gemilerin görüş alanından çekilen savaş sahneleri ile, yarımadadan denizin görüldüğü sahneler neredeyse gece/gündüz kadar zıt ışığa sahip. Filmin en zayıf noktalarından birisinin öncelikle, özel efekt ve animasyon sahneleri olduğu kolayca görülüyor.

İkinci eleştirimi ise, filmin müziklerini yapan arkadaşa yönelteceğim. “Çanakkale 1915” filminin en zayıf yanı, ne yazık ki, müzikleri. Birbirinden hem tematik olarak kopuk ve hem de tansiyon olarak eşleşemeyen müzikler, müzik klibi gibi, ardı ardına “bağlanmış”. Sanıyorum, oldukça yoğun iş temposu nedeniyle olsa gerek, “Çanakkale 1915” filmi için “orijinal” ve seyirciyi filmle buluşturacak bir müzik yazılmamış. Tersine, film müziği “taşıyor” denebilir. Hele ki, sanatçının, gerçekte yaklaşık 50 yıl sonra, Kore savaşında yitirdiğimiz evlatlarımızın ardından yakılan “Eledim, eledim, höllük eledim” türküsünü Çanakkale savaşı filminin içine koymasının, müzikleri gönül rahatlığı ile kendisine teslim ederken yapımcı ve yönetmenin beklentileri içerisinde olmadığına eminim.

Çanakkale savaşı milli bir diriliş destanı olarak bitmez tükenmez bir kaynaktır ve bundan sonra da, farklı görüş açıları ve hikayeleriyle sanata konu olmaya devam edecektir. Liman von Sanders ve diğer Alman subayların rolüne ve konumuna ilişkin katılmadığım ve filmin kotarılmasıyla ilgili eleştirdiğim noktalar saklı kalmakla beraber, “Çanakkale 1915” filminin, işgalcilere karşı yokluktan zafer kazananların hikayesini anlatarak doğru mesaj verdiğini söyleyebilirim.

Çanakkale 1915
Yönetmen : Yeşim SEZGİN
Senarist : Turgut ÖZAKMAN
Görüntü Yönetmeni : Aras DEMİRAY, Muharrem DOKUR
Müzik : Can ATİLLA
Görsel Efekt Yönetmeni : Serkan Zelzele
Oyuncular: Şevket Çoruh, Barış Çakmak, Serkan Ercan, Rıza Akın, Bülent Alkış, Celil Nalçakan, Ufuk Bayraktar, Emre Özcan, İlker Kızmaz
Türkiye, 2012, 128 dakika
4 YILDIZ

ÇANAKKALE CEPHESİNİ YÖNETEN 5. ORDU KARARGAH SUBAYLARI:


Ayaktakiler (sağdan); 2. Ordu Kur. Bşk. İsmet (İnönü) Bey, Yaver Ütğm. Asım Bey (Gündüz), Liman von Sanders'in yaveri süvari Bnb. Perike, 5. Ordu Kur. Bşk. Alb. Kazım Bey (İnanç), 1. Ordu Kur. Bşk. Alb. Şükrü Bey, 2. Ordu Sıhhiye Bşk. Dr. Refik Münir Bey,
Oturanlar (sağdan); Bahriye Nezareti Kur. Bşk. Yb. Rauf (Orbay) Bey, Güney Grubu K. Tuğg. Vehip Paşa, 5. Ordu K. Müşir (Mareşal) Liman von Sanders, Çanakkale Kor. K. Tuğg. Esat Paşa (Bülkat), Sıhhiye Dairesi Bşk. Tuğg. Dr. Süleyman Numan Paşa, İstanbul Merkez K. Tuğg. Cevat Paşa (Çobanlı)

Otto Victor Liman von Sanders:


Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan Alman subayları içerisinde üzerinde “ittifakla” en çok tartışılan kişilik, Alman ordusunun Yahudi kökenli üç generalinden birisi olan ve Liman Paşa adıyla bildiğimiz Otto Victor Liman von Sanders’tir.

Liman Paşa’nın Çanakkale savaşlarında düşmanın niyetini “okuma” konusunda düştüğü çelişkiler, onun komutanlık görevine uygun olmadığı yönündeki tartışmaların da kaynağıdır. Liman Paşa, Alman-Fransız Savaşı’nın en önemli birliklerinden 22. Division (kolordudan küçük, tümenden büyük) komutanlığını yürütürken, Türkiye’ye gönderilen Alman Askeri Komisyon Başkanlığı ile görevlendirilmişti. Dolayısıyla, “bir süvari birliğine bile komuta etmediği” ifadesi doğru bir bilgi değildir.

Liman Paşa, Osmanlı Ordusu içerisinde Türk subaylarla yakın ilişki kurmuş, Genelkurmay Başkanlığı’nda görevli diğer Alman generallerin tersine, savaş komutasında onlara büyük görevler vermekten çekinmemiştir. Nitekim, Çanakkale savaşları sırasında da, savaşın en yoğun yürütüldüğü Güney ve Kuzey Grup Komutanlıkları, Müstahkem Mevkii Komutanlığı, Kıyı Komutanlığı gibi görevler Türk subaylardadır.

Pek konuşulmasa da, Çanakkale savaşlarında komuta kademesinde görev almış pek çok Alman subay da vardır. 1. Ordu Komutanı General Colmar von der Goltz, 15. Kolordu Komutanı Tümgeneral Erich Paul Weber, 3. Tümen Komutanı Albay August Nikolai, 5.Tümen Komutanı Albay Georg von Sodenstern, Albay Hans Kannengiesser, Kıyı Koruma Birliği Komutanı Binbaşı Wilhelm Willmer ve sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte, 300 ile 700 arasında olduğu tahmin edilen Alman subayı Çanakkale savaşlarında görev almıştır.

13 Ekim 2012 Cumartesi

Uzun Hikaye: ‘Tutukluluk Halinin Devamına...’



Osman Sınav ‘Uzun Hikaye’ filminde doğru bildiği yolda dirençle yürüyen insanın onur mücadelesini anlatıyor. ‘Uzun Hikaye’ Çağdaş Türk hikayesinin güçlü adlarından Mustafa Kutlu’nun aynı adlı yapıtından uyarlanan bir film.

‘Bulgaryalı Ali’nin Eyüp’te başlayan hikayesi Anadolu’nun ücra köşelerinde devam eder. Ali haksızlığa, hukuksuzluğa tahammül edemez. Karşısına kim çıkarsa çıksın, haksız olana karşı durur. Haliyle, başı da beladan kurtulmaz. “Bulgaryalı”ğı yanında belki de daha çok bu özellikleri nedeniyle “sosyalist” lakabıyla anılır.

‘Uzun Hikaye’ Osman Sınav’ın filmografisinin en önemli filmi olarak öne çıkıyor. ‘Süper Baba’ dizisiyle televizyon izleyicisine kendisini sevdiren Sınav, asıl çıkışını ‘Deliyürek’le yaparak son dönem aksiyon filmlerinin sivrilen yönetmeni oldu. Daha sonra ‘Kurtlar Vadisi’ni ortaya çıkaran, ama bir süre sonra bu diziden de ayrılarak, aslında kendi sineması adına özgürlüğü seçmiş olduğunu gösteren usta yönetmen umulur ki, ‘Uzun Hikaye’nin işaret ettiği yeni dönemde büyük ve sahici bir sinemanın da müjdesini vermekte olsun.

Bükülmeyen insana çektirilir
‘Bulgaryalı sosyalist Ali’ yavuklusu, Mustafa’nın anası Münire’yi Eyüp’ten Üsküdar’a kaçırdığında aklında aşkına sadakattan başka bir şey yoktur. Ancak, aynı mertlik Anadolu’yu kasaba kasaba dolaşmalarına da neden olacaktır. Çünkü Ali, herkesin hakkını alması, emeğini kimseye çaldırmaması üzerine kurulu bir hayat anlayışına sahiptir. ‘Ali’nin kitabı’nda eğilip bükülmek, “adam sende" deyip görmezden gelmek, rütbe, makam gözeterek yalakalık yapmak yoktur. Bu nedenle de adı ‘Sosyalist Ali’ye çıkmıştır, zaten. Anadolu insanını sömüren, onların sırtından geçinen ‘particiler’, makam sahipleri, emniyet görevlileri, yargıçlar vs. ‘Bulgaryalı Ali’yi karşılarında bulurlar.

Bulurlar da ne olur, derseniz, Ali’nin öyküsü zalimlere kök söktüren bir masal kahramanını anlatmıyor. ‘Sosyalist’ lakabıyla gittiği her kasabada mimlenen, ‘fişlenen’ Ali, kendi küçük ailesini mutlu edebilmek, onların hayatını tehlikeye atmamak adına kasabayı terk etmeyi seçiyor. Zaten, kendi düzenlerine çomak sokulmasından rahatsız olanlar da bunu istiyor. Anadolu gerçeğini, ücra köşelerde yitip giden civanmertlerin öyküsünü masal kahramanları yaratmadan, ama yılgınlığa da övgü düzmeden aktaran Osman Sınav’ı büyük bir anlatıcı yapan ‘Uzun Hikaye’, doğru bildiği yolda gerektiğinde tek başına yürümeyi göze alan insanın ve insana olan umudun altını çizen son derece etkili sinema diliyle dikkati çeken bir epik film.

Güncel tartışamalara göndermeler
Filmin hikayesi 1950 ile 1970 arasında odaklansa da, Osman Sınav bugüne dair önemli göndermeler yapmış. Taşlaşmış ve çürümüş bir bürokrasi, din bezirganları, hukuksuz karakol, adaletsiz yargı gibi günümüz Türkiye’sinin de en önemli tartışma konularına doğrudan taraf olmuş Osman Sınav. ‘Sosyalist Ali’nin, oğlu savcının kızını sevdi diye, işlenmiş bir suça dair elde hiç delil olmadığı halde “tutukluluk halinin devamına” ara kararlarıyla hapiste rehin tutulması dahil olmak üzere, izleyici filmde gördükleriyle güncel tartışmalar arasında bağlantıyı keşfedecektir.

Has edebiyatçının katkısı
Filmin en ilginç yanlarından birisi de, öykü yazarının kimliği. Emekli bir öğretmen olan Mustafa Kutlu çağdaş hikaye yazarlarımız arasında önemli bir yere sahip. Pek çok eleştirmen tarafından Sait Faik’le karşılaştırılan Kutlu, uzun bir süredir Dergah dergisinin yayın yönetmenliğini de yürütüyor. Kendisini sohbetimizde “inançlı bir toplumsalcı” olarak tanımlayan Mustafa Kutlu da, Osman Sınav’ın göndermelerine sahip çıkıyor ve öyküsünde üzerinde durduğu bu konuların 50-60 yıldır Türkiye’nin gündeminde olduğunu ve güncelliğini de koruduğunu söylüyor. Hastalığı nedeniyle filmi daha izlememiş olsa da, Osman Sınav’a güveninin tam olduğunu belirten Kutlu, Anadolu gerçeğini bir baba-oğul ilişkisi etrafında anlattığını ve diğer “maddi gerçek”lerin bu ilişkinin duygusal boyutunu beslediğini vurguluyor.

Gerçekten de, ‘Sosyalist Bulgaryalı Ali’nin oğlu Mustafa zaman içerisinde babasını anlamaya başlar. Önceleri, etraflarındaki pek çokları gibi, babasının daha yumuşak davranması gerektiğini düşünür. Hatta, kasabadan kasabaya dolaşmalarını babasının hayattan kaçışı olarak değerlendirir. Ancak, “sorun”un babası değil, elde ettikleri makamları mazlum insanların sırtına binmek için bir araç olarak kullanan, görevlerini menfaat kapılarına dönüştürenler olduğunu anlaması uzun sürmeyecektir. Mustafa da, babası gibi, zalime boyun eğmek yerine, kendi bildiği gibi yaşamayı seçer.

‘Uzun Hikaye’
Yönetmen: Osman Sınav
Senaryo: Yiğit Güralp
Eser:    Mustafa Kutlu
Görüntü Yönetmeni: Vedat Özdemir                  
Müzik: Ulaş Özdemir
Oyuncular: Kenan İmirzalioğlu, Altan Erkekli, Güven Kıraç, Zafer Algöz, Cihat Tamer, Mahir Günşiray, Mustafa Alabora, Tuğçe Kazaz, Şener Kökkaya, Cengiz Bozkurt, Mustafa Üstündağ, Ushan Çakır, Batuhan Karacakaya, Taha Yusuf Tan, Ufuk Karaali
Türkiye, 2012, 120 dakika
5YILDIZ

Güneş Yanığı 2: Stalin'in güneşi hala yakıyor



'Güneş Yanığı' filmi 1994 yılında gösterildiğinde, tüm dünyada dikkatleri üzerine çekmişti. Bunu nedeni, sadece filmin Stalin dönemini eleştiriyor oluşu değildi. Filmin muhteşem görselliği ve itiraza meydan vermeyen dramaturjisi büyük bir sanat eseri ile karşı karşıya olduğumuzu haber veriyordu.

Sovyetler Birliği'nin en sancılı dönemi olarak bilinen Stalin dönemi, hem 2. Dünya Savaşı'nda Alman istilacılara karşı yurt savunmasının örgütlenmesi açısından ve hem de sosyalist bir ekonominin tek başına dünya üzerinde yaşayıp yaşayamayacağı sorusunun yanıtlanması açısından ülkenin kaderini belirleyen bir dönemdir. Sonuçta, hem faşizme karşı zafer kazanıldı ve hem de tek ülkede sosyalizmin yaşaması sorusu cevaplanmış oldu. Daha da fazlası gerçekleşti ve 2. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği dünya siyasetinde etkin roller üstlenen bir konumu ele geçirdi.

Tüm bunların Nikita Mikhalkov'un 'Güneş Yanığı' filmi ile ne ilgisi var, derseniz, anlatayım: Nikita Mikhalkov Rus aydınları içerisinde Sovyet düşmanı ve milliyetçi/ortodoks dindar bir çizginin önemli savunucuları arasında gösteriliyor. Bu filmiyle de, tarihe kendi görüşleri doğrultusunda yorum getiriyor. Mikhalkov'un milliyetçi/ortodoks çizgisi Sovyet düşmanlığını esas aldığı için, örneğin Alman istilacılarla Kremlin'de ülkeyi yönetenler arasında fark görmüyor. O kadar ki,  Sovyetler Birliği'nin savaş başlarken askeri açıdan çok zayıf olmasını ve işgalcilerin büyük teknolojik üstünlüğünü dahi Kremlin'in bir suçu gibi göstermekten çekinmiyor.

İlk filmin senaryo yazarı Rustem İbrahimbekov'un ikinci bölümde çalışmadan kopmasının senaryo ve kurguya büyük olumsuz etkileri olduğu hemen hissedilen 'Güneş Yanığı 2', yönetmenin neredeyse resmi geçit törenine dönüşen muhteşem görsel tasarımlarıyla yüksek sinematografik kalitesini koruyor. Filmin finalinde, benim John Steinbeck'in Gazap Üzümleri romanındaki ön finalden hatırladığım göğüslerini ölmek üzere olan bir erkeğe açan kız sahnesi ise (ki, Mikhalkov'un bu resmi tasarlarken ölmek üzere olan İsa'yı acılar içinde izleyen melek figüründen yola çıktığına eminim), sinema sanatının yaratıcılığının sınırlarına daha ulaşılmadığını görsellliği tamamen bilgisayara teslim eden Hollywood sinemasına ve tüm sinemaseverlere ispatlaması nedeniyle büyük bir övgüyü hak ediyor.

Filmin başından sonuna kadar hristiyanlık propagandası yapan Mikhalkov, en temel ahlaki hesaplaşmalarda ise, hayatın kendisine dayattığı gerçekleri kabul etmekten kaçınıyor. Bolşevik General Kotov'un kızını vaftiz ederek, dine selam yollayan Mikhalkov, savaşın ortasında karakterlerine tanrıyı aratıp, buldururken büyük savaşın nedenleriyle kilise ve tanrı arasındaki bağlantıyı kurmaktan özenle kaçıyor.

Din propagandası yapmak uğruna senaryosunu batırmaktan çekinmeyen Mikhalkov'un kendisine dünya çapında saygınlık kazandıran 'Güneş Yanığı' filminin ikincisinde beklediği ilginin kıyısına dahi neden yanaşamadığını sorgulamış mıdır, bilmiyorum. Ama, bildiğim büyük filmlerin kurgu ile gerçek arasında kurabildikleri bağın kuvveti oranında inandırıcı olabildikleri ve estetikle bütünleşen bu yapıtların büyük sanat yapıtları olabildiğidir. Nikita Mikhalkov ise, aklını esir alan fikirleri yaymak ısrarı ile en önce kendi büyük sanatına zarar vermiş.

Güneş Yanığı (Burnt by Sun 2)
Yönetmen ve Senarist: Nikita Mikhalkov
Müzik: Eduard Artemiev
Görüntü Yönetmeni: Vladislav Opelyants
Oyuncular: Nikita Mikhalkov, Oleg Menshikov, Nadezhda Mikhalkova, Mikail Efremov, Dmitri Dyuzhev, Vladimir İlyin, Yevgeny Mironov
Rusya, 2010, 157 dakika
3 YILDIZ

9 Ekim 2012 Salı

Sinan Çetin’in ‘Çanakkale Çocukları’ filmine seyirci ilgi göstermedi


Gişede hüsran? Yetmez ama, evet!

1914 yılında İngiltere tarafından İstanbul işgal edilmek üzere Çanakkale yarımadasına çıkarma yapılmak istenmesi üzerine başlayan savaşı haksız bir savaş gibi gösteren Sinan Çetin’in ‘Çanakkale Çocukları’ filmine seyirci ilgi göstermedi. ‘Fetih 1453’ filmiyle yaklaşık aynı sayıda salonda gösterime giren film bir haftada 100 bin seyirci bile yakalayamadı. Dağıtım şirketleri, 89 binde kalan filmin, yaptığı kötü başlangıç nedeniyle önümüzdeki haftalarda da ibreyi değiştirmesinin hayli zor olduğunu belirtiyor. Öte yandan, filmi bir şekilde izlemiş olanların yorumlarının da olumsuz olması, seyirciyi filmden uzak tutuyor.

Film gösterime girmeden önce, kendi çektikleri içerisinde ‘Çanakkale Çocukları’nın en çok izlenen film olacağını iddia eden yönetmen Sinan Çetin hem iddiayı kaybetti, hem de gişede büyük bir hüsran yaşadı. Sabah yazarı Mevlüt Tezel, “Sinan Çetin batar mı?” diye sorarken, kimi çevrelerde ise, Sinan Çetin’in cebinden para bile koymadığı iddia edilen ‘Çanakkale Çocukları’, elde ettiği gelirle filmin kopya maliyetini dahi karşılayamıyor.

Son yaptığı iki filmde de benzer sonuçlar alan Sinan Çetin’in bundan sonra sinemayı bırakıp bırakmayacağı belirsizliğini koruyor. Bilindiği gibi, yönetmenin 2010 yılında yaptığı filmi ‘Kağıt’ toplam 8 haftada ancak 24 bin seyirci tarafından izlenmişti. Bir önceki filmi olan, aslında 2000 yılında çektiği ancak, 2007’e kadar gösterime sokamadığı ‘Romantik’ de seyirci ve eleştirmenlerde tam bir hayal kırıklığı yaratmıştı.

Öte yandan, bir de, uluslar arası film yıldızlarının rol aldığı duyurulan, ancak hala gösterim tarihi belirsiz ‘Banka’ filmi var. Hepsini bir araya getirince, Sinan Çetin’in bir sinema yönetmeni olarak performansının son dönemde hayli düştüğü görülüyor. “İyi film gişe yapan filmdir” sloganını, film öncelikle sanattır diyen yönetmenlere karşı kullanan Sinan Çetin kendi ilkesinden hareketle, artık kötü bir yönetmen olduğunu itiraf edecek mi, bilinmiyor.

‘Çanakkale Çocukları’, işgalcilere karşı savaşan Türk askerinin direnişini “boşuna öldüler”, “hiçbir kahramanlık hayat kadar değerli olamaz”, “katliam” gibi kavramlarla eleştiriyor. Türk askeri Çanakkale’de direnmese İstanbul’un da düşeceğini umursamayan Çetin, filmiyle “sen savaşmazsan barış olur” gibi sloganlarla, özünde ülkeyi tamamen işgalci emperyalistlere teslim etmenin ideolojisini yayıyor. Aslında, tarihi bir dekor olarak kullanarak bugünün Türkiye'sine dair teslimiyet yaymaya kalkışan Sinan Çetin cevabını halktan almış oldu.

2 Ekim 2012 Salı

Sinan Çetin'den mesaj var: Cellatlarınızla sevişiniz!

Çanakkale Çocukları’ anti-emperyalist direniş ruhuna saldıran bir filmdir...


Sinan Çetin yeni bir film yaptı. Ancak, bu kez yıllardır eleştirdiği ne varsa hepsini unuttu ve gişe, halkın beklentisi, eğlence gibi yücelttiği kavramlara sırtını dönerek bir “ideoloji filmi” yaptı. Yönetmen, Çanakkale Savaşı somutundan, savaşın anlamsızlığını anlatmak iddiasında. Ancak, filmi izleyince, asıl meselenin emperyalizme karşı direniş ruhuyla biçimlenen uluslaşmada en önemli dönüm noktalarından olan Çanakkale Savaşını hiçleştirmek olduğunu anlıyoruz.

Filmin konusu kısaca şu: Aynı annenin ve babanın iki evladı, iki düşman cephede birbirlerine kurşun sıkıyorlar. Ancak, anne bu duruma tahammül edemeyerek araya giriyor ve kardeşlerin birbirlerini öldürmelerini önlüyor: “Durun, siz kardeşsiniz!

İlk duyduğunuzda kulağa hoş geliyor, diyebilirsiniz. Öyle ya, kim ister kardeşin kardeşi öldürmesini? Hele ki, bitmeyen bir kardeş kavgasının içerisinde onlarca yıldır çırpınan bir ülkede yaşayan bizler söz konusu isek! Sinan Çetin’in filmin iptal edilen özel bir gösterimine giden muhabire “PKK’nın satın alınarak terörün durdurulabileceği” önerisini niçin yaptığını da filmi gördükten sonra daha iyi anlamış oluyoruz.

Her şeyi satılmak ve satın almak üzerine kurgulayan yönetmene sormak gerek: Çanakkale Savaşı’nda savaş olmasın diye kim kimi satın alacaktı? Herhalde beş parasız Osmanlı İtilaf Devletleri’ni satın alacak değildi. Osmanlı’nın fiili iktidarı İttihatçılar da kendilerini satacak değillerdi. O zaman savaş kaçınılmaz oluyor. Kuşkusuz satın alınmışlar da ziyadesiyle çoktu. Ama bugün kendini satışa çıkaranlarla yarışamazlardı elbette.

Son yılların en başarısız yönetmeni
Çanakkale gişe de hüsrana uğrayacak gibi! İki yıl önce çektiği ‘Kağıt’ın yirmi bin gibi son derece marjinal bir seyirci sayısında kalmış olması, sinemamızın “polemik yapmayı şehvetle seven” yönetmeni üzerinde yeterince uyandırıcı olmamış anlaşılan.

Halbuki, geçmişte hararetle savunduğu “iyi film seyircisi olan filmdir” düsturuna göre, öncelikle kendisinin “ben nerde yanlış yaptım?” demesi gerekirdi. Ancak, reklamların vazgeçilmez yönetmeninin ölçüsüz dili böylelikle dönüp kendisini vuruyor. Elbette ki, Sinan Çetin’in “film öncelikle sanattır” diyenleri küçümsediği, “gişe her şeydir” diyerek seyirciyi kutsadığı dönemleri geride bırakması önemli. Önemli ama, bu kadar aldatıcı bir tema için değil!

Yeteri kadar alay konusu olan askerlik ve terör konusundaki ‘parlak’ fikirlerini bir yana bırakırsak, Sinan Çetin bu filmiyle de, kendi ülkesine ve halkının değerlerine yabancılaşma sürecinde epeyi yol kat ettiğini gösteriyor.

Zalimlerden yana bir estetik
Bir yanda, neredeyse sürreal diyeceğimiz, aşırı sitilize fotoğraflar kan ve şiddete karşı duygusal tepkimizi yükseltmeye gayret ederken, diğer yandan İngiliz anne Kathy ve İttihatçı baba Kasım alay ve hiddetle karşılayacağımız repliklerini savurup duruyorlar.

Ne İngiliz annenin rüyalarını ve ne de altın madeni işleten babanın asıl 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren genel geçer hale gelmiş önyargılarını Çanakkale Savaşı ile bağlantılı olarak yanlış bir zaman/mekanda üstümüze boca etmesine itiraz hakkımız var! Çünkü, “ulu yönetmen” Sinan Çetin böyle buyurmuş! Sinan Çetin’in burada aradığı gerçek, dayatılan ve Anadolu’nun direndiği gerçek değil. Yönetmen kafasındaki sonuca ulaşmak için her türlü gerçeği tersyüz etme hakkını kendisinde görebiliyor!

Sinan Çetin, filminde “katliam”, “ölmek kahramanlık değildir”, “sizin savaşınız”, gibi pek çok kavramla barış çağrısı yapmıyor, tersine; işgalcilere karşı ulusal direniş ruhuna saldırıyor. Bu anlamda Türkiye’nin teslim alınması projesine “sanatsal katkı” yapıyor.

Ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen, haklı ve haksız, işgal eden ve vatan savunan ayrımı yapmayan hiçbir barış önermesi içtenlikli değildir. Böyle bir tez sadece mazlumların ve haksızlığa uğrayanların elini kolunu bağlamaya yarar. Peki, hal böyleyken, Çanakkale Savaşı’nı bir kardeş kavgası olarak resmetmek hangi vicdana sığar? Hangi sanat estetiği mazlumların direnişini zalimlerin zulmü ile karıştırmaya cevaz verir?

İşgal edilmiş yurdunu emperyalizme karşı savaşarak karış karış kazanıp yeniden kuran Türkiye halkına yaşadığı acıların nedenlerini sözüm ona “barış” önermesi ile unutturmaya çalışan Sinan Çetin milletin varoluş damarlarından en önemlisine “bağımsızlık için savaş” ruhuna saldırıyor.

Film gerçeklik duygusu yaratamıyor
Sanat, olmayanı veya olması gerekeni de hayal etmektir, aynı zamanda. Sanatta gerçeklik, yaratıcısının ikna yeteneği ile sınırlıdır. Tam da bu nedenle, Sinan Çetin yaptığının kendi ülkesinin gerçeğine ne kadar zıt, hatta toplumun önemli bir kesiminin tek tek kişisel aile tarihine de ne denli hakaret olduğunu anlamak zorundadır. Galada pek çok izleyicinin “yok artık!” diyerek ve alaycı tepkilerde izlediği ‘Çanakkale Çocukları’, kostümüyle, dekoruyla, oyunculuğu ile, ama her şeyden önce, senaryosu ile bizi ana teması “barış” konusunda ikna edemiyor. Etmesi de imkansız, çünkü Sinan Çetin ortaya attığı ve ülke gerçeklerine taban tabana zıt kocaman yalana ikna olmamız için çırpınıyor.

Dünyanın efendiliği uğruna ve o güne dek kurulmuş en büyük donanmayla Çanakkale’ye yüklenen İngilizler önderliğindeki İtilaf donanmasının, deniz ve sonra da kara savaşlarındaki saldırılarında ölenler belki de dünyanın en masum, en günahsız şehitleridir. Ülkelerini yağmaya gelen işgalcilere geçit vermemek dışında hiçbir düşmanlık eylemleri olmamıştır. O kadar ki, İngilizlerin Çanakkale’yi aşamayacağı belli olduğunda dahi, aylarca mevzilerinden çıkmadan, İngiliz işgalcilerin çekip gitmesini beklemişlerdir.

Sinan Çetin kendi sanatını ortaya çıkarırken, bu kez de gerçek hayatla bağlantılı olaylarda göstermesi zorunlu özeni bir kenara bırakıyor. Çanakkale savaşı gibi, bu milletin namusu sayılacak bir direniş destanına hoyratça yaklaşımı kendi ekibinde bile haklı olarak tepkilere neden oluyor.

Oktay Kaynarca: “Çanakkale savaşı ulusumuzun özgürlük savaşıdır”
Nitekim, filmin oyuncularından Oktay Kaynarca da, galada film ile kendi dünyası arasına net bir çizgi çekti: “Filmin katılmadığım yanları var, ama öncelikle film Sinan Çetin’in bir masalı.” Kaynarca için bu açıklama yeterli olmamış ki, daha sonra tekrar mikrofonu alarak katılmadığı noktayı açıkladı: “Çanakkale savaşı ulusumuzun özgürlük savaşıdır. Bu savaş hakkında çok dikkatli konuşmalıyız. Filmin bu noktada büyük tepki/eleştiri alacağını düşünüyorum.

Sinan Çetin de bu filmiyle, zalimlerin ateşine odun taşıma görevini üstlenmiş durumda. Bu mantıkla dünyaya kan ağlatmış Hitler’in ordularına, Kore’den Irak’a mazlum kanı akıtmaya doyamayan ABD askerlerine de “kardeşlik” vasfı yükleyebilirsiniz. 

Bu bir sanat olayı değil, ideolojik saldırı filmidir. ‘Çanakkale Çocukları’ barışın filmi değil, tersine saldırgan bir filmdir. Ulusumuzun direniş kültürüne, işgalcilere karşı yurt savunması tarihimize ve ayakta kalma ruhumuza saldırı filmidir, ‘Çanakkale Çocukları’.

Çanakkale Çocukları
Yönetmen ve Senarist: Sinan Çetin
Görüntü Yönetmeni: Sercan Sert
Müzik: Fırat Yükselir
Oyuncular: Haluk Bilginer, Oktay Kaynarca, Yavuz Bingöl, Wilma Elles, Demir Demirkan, Rebekka Haas
Türkiye, 2012, 103 dakika
YILDIZ MI? NE YILDIZ’I!

“Lal Gece” vicdansız suskunluğu bozacak mı?


Gözleri var, görmezler; kulakları var duymazlar...

Gazetecilikten sinemaya geçen yönetmenlerden Reis Çelik’in 5. uzun metraj filmi “Lal Gece” gösterime girdi. 2011 yılı Mart ayında Ardahan’da çekilen film, gerçek bir hikâyeden yola çıkarak “çocuk gelin” dramını perdeye aktarıyor.

Lal Gece” reşit olmayan bir kız ve gençlik yıllarını ceza evinde tüketen yaşlı bir adamın süregelen kan davasını durdurabilmek için zorlandıkları evliliği ve gerdek gecesinde girdikleri odada hissettiklerini ve yaşadıklarını anlatıyor. Dinsel eğilimleri son yıllarda “özenle ve özellikle” kışkırtılan toplumun en sıradan vicdani tepkilerinin de ters orantılı olarak azalması, “Lal Gece”nin sorgulanmasını sağlayan en kışkırtıcı yanı.

Erkek egemen İslamlaşma”nın görmediği veya görmekten kaçındığı gerçek, çocuk yaştaki kızlarımızın geleceklerinin, babaları yaşındaki erkeklerle evlendirilerek, yok edilmesi. Son zamanların moda talimatını izlersek, büyük olasılıkla “3 çocuk” yapmak zorunda kalacak bu “çocuk gelin”lerin yaşadığı trajediye dikkat çeken “Lal Gece”, izleyicisini tepki vermeye, tavır almaya ve görüş bildirmeye zorluyor.

Işıklar Sönmesin”, “Hoşçakal Yarın” gibi tartışma yaratan filmlerin ardından, “İnat Hikayeleri”nden başlayarak kendisine yeni bir anlatım üslubu geliştiren Reis Çelik, “Lal Gece” filmiyle, hikaye anlatma tarzını pekiştiriyor. Zaman duygusunun çoğunlukla kaybolduğu hikayenin sonsuzluğu, anlatılmak istenen “mesel”in ana fikrine odaklanmayı mümkün kılıyor.

Bu haliyle, belki de “minimalist sinema”nın ülkemizdeki en önemli temsilcisi olarak işaret edebileceğimiz Reis Çelik’i, küresel değerlendirmede, diğer minimalist sinemacılardan ayıran özelliği ise, yerliliği hem sadece tematik alana hapsedilmekten kurtarmak ve yerli bir stilizasyon oluşturmak yönünde verdiği çaba olarak vurgulayabiliriz.

Türk sinemasında son dönemde yoğunlaşan “arayış” deneyimlerine olumlu örnek olarak gösterilebilecek “Lal Gece”nin bir diğer özelliği ise, yıllardır sinemaya uzak kalan İlyas Salman’ı tekrar beyaz perde ile buluşturması. Bu yıl düzenlenecek Altın Portakal Film Festivali’nde Onur Ödüle de alacak olan İlyas Salman’ın geçen zaman içerisinde sanatsal performansından hiçbir şey kaybetmediğini gözlemlediğimizi ayrıca belirtelim.

Lal Gece
Yönetmen ve Senarist: Reis Çelik
Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: İlyas Salman, Dilan Aksüt, Mayşeker Yücel, Sabri Tutal, Sercan Demirkaya, Ahmet Aydın
Türkkiye, 2012, 87 dakika

21 Eylül 2012 Cuma

Cumhuriyet Devrimi’ni savunmak, Köy Enstitülerini savunmaktır



Bir “Medeniyet davası”

Yeni sezonun en iddialı yapımlarından birisi olarak gösterilen “Toprağın Çocukları” gösterime girdi. Cumhuriyet Devrimi’nin en önemli atılımlarından olan Köy Enstitüleri hakkında bir hikaye anlatan film, önceki gün gerçekleşen galasında ayakta alkışlandı. Tüm oyuncuların büyük bir özveri ve imece ile gerçekleşmesine katkıda bulundukları “Toprağın Çocukları”, kapatılışının üzerinden geçen  68 yıl sonra, galaya katılanların büyük çoğunluğu tarafından göz yaşları içerisinde izleniyordu.

Köy Enstitüleri’nin kurucusu İsmail Hakkı Tonguç’un bir Çingene aileyi kurtarma çabası sırasında, okulun gericilerin saldırısına uğraması etrafında gelişen olaylar sonunda okulun müdürü Kemal Bey “komünizm propagandası” yaptığı gerekçesi ile tutuklanır. Müdüklerini sahiplenen öğrenciler, okulun inşasını bitirir ve anfi tiyatroyu okulda öğrendiklerini sergiledikleri büyük bir gösteri ile açarlar.

Mesajı açık ve kararlı bir film
Kendisi de bir Köy Enstitülü babanın oğlu olan ve filmin aynı zamanda yapımcısı da olan Erkan Can, öğrencilerini “kötü yola sevk ettiği” iddia olunan müdür Kemal Bey karakterini canlandırıyor. Usta oyuncu Bahattin Engin ise Tonguç karakterini oynuyor. Şebnem Sönmez, aynı zamanda filmin müziklerini de seslendiren Suzan Kardeş, Menderes Samancılar, Ezel Akay gibi usta oyuncuların yanında genç yeteneklerin ve yapım ekibinin imece ile katıldıkları filmin ulusal uyanışın en büyük hamlesi olan Köy Enstitülerinin tekrar gündeme gelmesine katkıda bulunacaklarını düşünüyorum. Hele ki, tam gün eğitim, eksik sınıf ve öğretmen açığının kapatılması, uluslar arası kalitede mesleki eğitimin sağlanması gibi, eğitimin en temel sorunlarını bilinçli olarak ıskalayıp, Türkiye’yi eğitim alanında dünyanın en geri ülkesi olmaya mahkum eden bir hükümet döneminde bu tartışmanın ne kadar önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.

“Toprağın Çocukları”, izleyicisine mesaj vermekten korkmuyor. Bu yanı ile, Cumhuriyet Devrimi’ni başı dik ve kararlıkla sahipleniyor. Ülkeye yollar, bağlar, elektrik santralleri, tarım arazileri, su depoları vs. gibi pek çok imarlık katkısı yanında, 17.251 öğretmen ve sağlıkçı yetiştiren Köy Enstitüleri, Anadolu’yu yüzlerce yıldır karanlığa mahkum edildiği karanlığın içerisinden çekip çıkaracak büyük bir medeniyet hamlesine dönüşmek üzere iken, CHP içerisinde yuvalanmış gericilerin baskıları sonucundan kapatıldı. Ancak, 6 yıl gibi kısa bir süre faaliyet göstermiş olsa da, Türkiye’nin sanat hayatına Anadolu’nun damga vurduğu büyük aydınların yetişmesine de vesile oldu.

“Toprağın Çocukları” bir devrim filmi
Aşık Veysel’in halk müziği eğitmenliği yaptığı Köy Enstitülerinde aynı zamanda klasik müzik eğitimi de veriliyordu. Böylece, kuruluş amaçlarına uygun olarak, ulusal kültür ile uygarlığın kazanımları harmanlanıyordu. Bugün, Köy Enstitüleri deneyimini hala karalamaya devam edenlerin, ulusumuzun karanlığı yırtması ve uygar ulusların yanında özgür ve eşit olarak yer almasının önünde duran gericiler olduğunu aktaran “Toprağın Çocukları”nı sahiplenmek, Cumhuriyet Devrimi’ni sahiplenmektir.

Başta filmin gerçekleşmesinde büyük kararlık gösteren yönetmen Ali Adnan Özgür ve Erkan Can olmak üzere, tüm ekibi Türkiye’nin en çok ihtiyacı olan devrimci ve ilerici kazanımlarımızı bize hatırlattıkları ve üzerine düşünmemizi sağladıkları için kutluyorum. Tüm okuyucularımıza, gericilerin, sözümona liberallerin ve işbirlikçilerin yalan ve karalamalarına inat, Cumhuriyet’in Anadolu insanı için ne demek olduğunu gösteren “Toprağın Çocukları”nı izlemelerini öneriyorum.

Toprağın Çocukları
Yönetmen: Ali Adnan Özgür
Senaryo: Dilşah Özdinç
Görüntü Yönetmeni: Yusuf Aslanyürek
Oyuncular: Erkan Can, Şebnem Sönmez, Bahtiyar Engin, Suzan Kardeş, Müge Boz, Türkü Turan, Ufuk Bayraktar, Ezgi Mola, Serdal Genç, Bertan Dirikolu, Menderes Samancılar, Banu Başeren, Ezel Akay.
Türkiye, 2012, 102 dakika

17 Eylül 2012 Pazartesi

Yeni Şafak sinema yazarından Alin Taşçıyan’a salvolar

“Mağdurum" refleksi sinemaya da sıçradı!

Yeni Şafak gazetesinin sinema yazarı Ali Murat Güven uzunca bir yazı ile Alin Taşçıyan ile arasında geçen b ir polemikten yola çıkarak, sinema yazarları ve SİYAD hakkındaki görüşlerini dile getirdi. Ancak, yazının “şikayet” üslubu, referansları  ve tespitleri ile tüm sinema dünyasını ve yazarlarını hedef aldığı çok açıktı. Anlaşılan o ki, Ali Murat Güven kendisi ile Alin Taşçıyan arasındaki husumeti toptan sinema dünyasına yıkmaya karar vermişti.

Ali Murat Güven’e göre, sinema yazarlarının “alayı” ulusalcı, komünist ve ateist. Bir de kendisi var, mağdur dindar! Dolayısıyla, bu “mağdur dindar”ı çemberin dışında tutmak için akla hayale gelmeyecek komplolar düzenleniyor! Bu “ana fikri” desteklemek için,Ali Murat Güven uzun yazısına uzunca bir anı da eklemiş. Kim olduğu anlaşılamayan ama, satır aralarından Atilla Dorsay olmadığı anlaşılan bu “yaşlı komünist” Ali Murat’a, “tüm Türkiye’yi alabilirsiniz, ama kültür ve sanat alanını size vermeyiz” der! Kim kime neyi vermiyor, kafalar epeyi karışır, ama yazının varacağı nokta şudur, dindar entelektüeller kültür ve sanat alanında mağdur konumdadır. Bütün bu akıl-fikir çerçevesini, sonuçta Alin Taşçıyan tarafından nasıl ve neden mağdur edildiğini açıklamak için kullanan Ali Murat Güven, sinema yazarları arasında bir şövalye, hadi “milli bir karakter”le betimleyelim, bir Tarkan gibi direnmektedir. Tek farkla: Tarkan her zaman gavura galip gelirken, “içimize sızmış gavurlar” Ali Murat Güven’i epeyi hırpalamaktadır!

Bizim hiç SİYAD’ımız olmadı, anne!
SİYAD önemli bir sinema yazarları topluluğunu içerisinde barındıran bir dernek örgütlenmesi. Çok sayıda dostum, hatta başkanlığını YK üyeliğini yaptı. Ancak, bugünkü koşullar değişmediği sürece, şimdilik üye olmayı düşünmüyorum. Bu tavrımı ve nedenlerini de, pek çok SİYAD üyesi arkadaşım biliyor. Ancak, bu tavrımda yola çıkarak SİYAD üyeleri hakkında genelleme içeren yargılara başvurmayacağımı da herkes bilir.
Ali Murat Güven ise, etkin olduğu kuşku götürmez bir üyesinden yola çıkarak SİYAD’ın işlevi ve tüm üyeleri hakkında, kendi varsaydığı mağduriyetini açıklamaya yönelik, kabul edilmesi imkansız genel yargı, hatta iftiralara baş vuruyor. SİYAD üyesi olmadığım halde, vicdanın kabul edemeyeceği, hayal mahsulü eleştirileri okurken, Ali Murat Güven’in adalet konusundaki salvosu, benim de isyanıma neden oldu.

İdeolojik despotizm, 8-10 kişilik çete gibi tanımlamalarla varılmak istenen yer, biz dindarları mağdur eden solcu ateistlere ne yapacağız, sorusudur. “Camiye bomba koymuşlar” yalanından farksız bir provokasyon olan böylesi cepheleşmelerin asıl amacı da, hak etmediği yerleri cebir ile ele geçirmek arzusudur. Elbette ki, Ali Murat Güven de, “keyfiyet hasıl olduğunda” SİYAD karşısına yeni bir örgütlenme ile çıkmayı düşünecektir. Ancak, bugünkü koşullarda bunu başarmasının imkansızlığı, ona sadece SİYAD üzerine sızlanma, “büyüklerine” şikayet etme “şansı” bırakıyor.

“Biz dindarlar” ve ötekiler!
Ali Murat Güven’e göre, adalet duygusu solcularda ve ateistlerde gelişmemiştir. Çünkü, adalet duygusu sadece Allah korkusu olanlarda gelişebilir! Bizim mahalle-karşı mahalle saflaşmaları ile yürüyen bir yazıdan, üstelik sinema yazarı olarak kendisini tanıtan bir yazardan daha ne beklersiniz? Adalet duygusunu aklınca tekeline alan Ali Murat Güven, sadece “kendisi gibi müslümanlara” nail olduğunu iddia ettiği adalet duygusunun nasıl olupta, bu kadar yolsuzluğu, şiddeti, ayrımcılığı görmediğini elbette ki, açıklayamaz.

Sadece sinemaya dair konuşmaya kalksak, örneğin Ali Murat Güven hangi adalet duygusu ile Mehmet Tanrıverdi’nin Hür Adam filminin Gani Rüzgar Şavata’nın senaryosundan aşırılma olduğunu yazmamıştır? Konu mahkemeye dahi intikal ettiğinde hangi adalet duygusu ile haber değer görmemiştir?

Acaba, Ali Murat Güven’in hangi adalet duygusu, Barla filminin sunumundaki yalanlara değinme lüzumu görmemiştir? Ya da, şimdilerde kendi mahallesinin savaşçılarının savunmayı pek benimsedikleri Diyanet’in imamının arkasında namaz kılınmaz, fikrini eleştirmekten imtina eden duygusu nerede gelişmiştir, Ali Murat Güven’in?

Vicdanı olmayan kişinin adalet duygusu da olmaz. Vicdanı olmayan kişi, örneğin “ İslamcı şirketlere paramı kaptırdım, yardım edin” diyen vatandaşına, “Bana mı sordun paranı kaptırırken” diyebilir! Nasıl ki, “paranın dini, imanı olmaz!” ise, vicdani olgunluk da, adalet duygusunu besler.

Ali Murat Güven’in vicdan konusunda epeyi problemli olduğu, Alin Taşçıyan ile arasındaki husumeti SİYAD üyelerine, hatta tüm sinema yazarlarına taşımaya kalkışmasından belli oluyor. Kendisine tavsiyem, önce vicdanı üzerine biraz ders çalışmasıdır. Alin Taşçıyan ile sorunlarını bir şekilde çözer, ama vicdanı olmayan kişinin hayattaki duruşunu “çözmesi” imkansızdır. İktidara çalışma arkadaşlarını şikayet ederek, bulunduğu konumu iyileştirme yoluna başvuran bir kişinin vicdanı olabileceğine ise, “bizim mahalle”nin kargaları bile gülmez!

2 Ağustos 2012 Perşembe

Batan mı, Batman mı?



ABD’nin resmi görüşlerine en yakın sinema örneği olan Batman serisi, son filmi “Kara Şövalye Yükseliyor” ile elveda diyor. Yaklaşık 3 saatlik “sinema anıtı” ile Batman serisi, hem savunduğu (derin) devlet adına ve hem de sinema sanatı adına ardında bir kalıntı bırakmadan sona eriyor. Birleşik Devletler’in korunması uğruna “her yol mübah” fikrinden yola çıkan ve tüm dünyaya kimin güçlü olduğunu göstermeyi hedefleyen Batman serisi böylece havlu attı.

Bu hafta gösterime giren serinin son filmi “Kara Şövalye Yükseliyor” diğerlerinden farklı olarak, ABD’nin önündeki “tehlike”yi dış düşmanların ülke içinde satın aldığı hainler olarak değil, halkın kendi kendini yönetmek isteği ile başkaldırışı olarak tarif ediyor. ABD devletinin düşmanını gene kendi halkı olarak gösteren “Kara Şövalye Yükseliyor”, aradığı ve Batman’ın yenmek zorunda olduğu “saf kötülüğü” ise, halkın iktidarı ele almasına öncülük eden lideri “Bane” karakterinde resmediyor. ABD’de yoğun olarak tartışılan, dünya devleti çöküyor mu tartışmasına bir katkı olarak değerlendirilirse film, neo-con dönemin kapandığına dair bir epilog olarak da kabul edilebilir.

Gotham şehrine adaleti ve kalkınmayı getirdiğine inanılan Harvey Dent’in asıl kötülüklerin kaynağı olduğunun ve kentin polis şefinin tüm bunları bildiği halde göz yumduğunun ortaya çıkmasıyla halkın kent yönetimini kesin olarak ele geçirmesi üzerine, Batman’a halka rağmen halkı kurtarmak görevi düşer. Ancak, bu onun son “”i olacaktır. Batman kenti tekrar eski sömürücülerine teslim eder ve işi bırakır. Batman filminin bence en güzel tarafı, serinin sona erdiğinin açıklanması oldu. Umarım, yapımcılar bu fikirlerini değiştirmezler.

Kara Şövalye Yükseliyor “The Dark Knight Rises”
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Christopher Nolan, Jonathan Nolan
Görüntü Yönetmeni:  Wally Pfister
Müzik: Hans Zimmer
Oyuncular: Christian Bale, Anne Hathaway, Tom Hardy, Marion Cotillard, Joseph Gordon-Levitt, Michael Caine, Gary Oldman, Morgan Freeman,
ABD, 2012, 164 dakika
1 YILDIZ

27 Temmuz 2012 Cuma

Entelköy Efeköy’e Karşı yeniden gösterimde: Tek başına kurtulmak var mı?



Yapımcıların yerli filmleri yaz sezonunda ilk gösterime sokmaktan kaçması, bazı filmlerin tekrar gösterime sokulması için bir fırsat olarak değerlendiriliyor. Bu filmlere son örnek de ‘Entelköy Efeköy’e Karşı’ oldu. Yaklaşık 500 bin seyirci sayısına ulaşan film, yaz aylarının sıcağından bunalan “sinefil”lere serinletici bir gülmece sunmak istiyor.

Muğla civarında “eko-köy” kurmak isteyen komüncü bir grup ile geleneksel yaşamlarını sürdüren Efeköy sakinleri arasındaki ilişkilere gülmece tadında yaklaşan Yüksel Aksu, aynı zamanda film ile “ne olacak bu solcuların hali sorunsalı”na da kendince cevaplar üretmektedir. Bu haliyle de filmin sadece gülmek demek olmadığını de belirtmiş olalım.

Yüksel Aksu, ‘Dondurmam Gaymak’ filminde de işaretlerini verdiği kendine özgü hikaye anlatma dilini ‘Efeköy Entelköy’e Karşı’ filminde daha da olgunlaştırmış. Tanıklık eden kamera gözüyle hayata dair masalsı hikayeler anlatan Yüksel Aksu, başarılı bir şekilde kullandığı Ege şivesi ile değil, ama aynı zamanda hikayelerinin özgünlüğü ile de kendi sinema dilinin yapı taşlarını yerleştiriyor. Aksu’nun belirli bir kahramana dayalı hikayeler anlatmaması, tersine yarattığı karakterlerin hepsinin hikayenin gidişatına göre öne çıkabilecek potansiyel taşımaları, “hikayenin diyalektiği” ve sabırla kullandığı “yabancılaştırma efektleri” Yüksel Aksu Sineması’nın bence öne çıkan unsurları. Sinemamızın son yıllarda özgün anlatım dili geliştirebilen ender yönetmenlerinden olan Aksu’nun gülmeceyi toplumsal hayatın gerçeklerinden soyutlamayan, tersine referanslarını hayatın çelişkileri üzerinden sunan “duruş”u ayrıca takdir edilmesi gereken bir olgu.


Entelköy Efeköy’e Karşı’ filmini diğer filmlerden farklı kılan bir yanı da, sanıyorum ‘Salako’ filminden sonra ilk kez müziğin dramatik kurgunun bir parçası olarak hikayeye etki etmesiydi. Yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı Salako’ filminin senaryosunu Ertem Eğilmez ve Sadık Şendil yazmışlardı. Ancak, toplumun hemen benimsediği ve unutmadığı efsane filmler arasına katılan ‘Salako’ filminin bugüne kadar, neredeyse ittifakla görmezden gelinen en özgün yanı, “hikaye”nin bir parçası olarak, Urfalı Babi tarafından filme eklenen müziklerdir. Müzikalden farklı olarak, müzik hikayeyi dramatize etmez, tersine anlatıcı rol üstlenir ve orta oyunundaki gibi, izleyiciye hikayenin gidişatı hakkında ip uçları verir, böylece dramatik kurguda yeni bir rol üstlenmiş olur. Tiyatroda sıkça denenmiş bu yöntemin sinemada kullanılması, ‘Salako’yu benzerlerinden farklı kılıyordu. Aynı şekilde, ‘Entelköy Efeköy’e Karşı’ filmi de, hikayenin parçası olarak müziğin işlev kazanması ile dikkati çekiyor.

Ancak, bütün olumlu ögelere karşılık, Yüksel Aksu’nun filminde solun geleceğine ilişkin önermeleri yeterince tartışılmış değil. Aksu, “bu solcularda laf çok, icraat yok” genel önyargısından yola çıkarak, kendince “yaratıcı” bir sol tarif etmeyi deniyor. Aslında, taraf olduğu “yaratıcılık” siyaset literatüründe kendisini “reel politik” olarak ifade eden bir tavrı temsil ediyor. Buna göre, sol siyaset toplumsal hayatta sömürü sisteminin karşıtı uygulamaları hayata geçirebilir ve böylece insanlığa “gelecek ideali” önermesinin bir prototipini sunabilir. Böylece ikna edilecek kitlelerin sol siyasetleri benimsemesi sağlanabilir.

Efeköy’ün İyi İnsanı

1939 yılında bitirdiği ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’ adlı tiyatro eserinde Bertolt Brecht de, aynı konuya eğilir. İlk kez Zürih Tiyatro Evi’nde 1943’de sahneye konulan eser, asıl etkisini savaş sonrasında gösterir. Tanrıların önüne koyduğu “İyi insan olarak hayatta kalmak” sınavını başarmak için her yolu deneyen Şen Te, bunun imkansızlığını, “sömürü siteminin bütünlüklü doğası”nı kavradığında kabul edecektir. Ancak eserin sonunda bu gerçeği tanrılara da kabul ettirmesi gerekecektir. Brecht, ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’ eserinde klasik sanatlarda “kötülük” olarak resmedilenlerin özünde bir sistemi yeniden ve yeniden üreten parçalar olduğunu ortaya koyar.

Yönetmen Aksu da, dağlarımıza, ovalarımıza, yeraltı ve yerüstü kaynaklarımıza göz koyan yağmacıların karşısına ekolojist komüncüleri koyarak, köylülerin nasıl ikna edilebileceğine dair bir önermede bulunuyor. Aksu’ya göre doğa, hayvan ve insan dostu yeni bir ilişki tarzına köylüleri ikna etmenin yolu, onlara bu seçimleri ile daha fazla para kazanabileceklerini göstermekten geçiyor. Eko turizm ve organik tarım ile daha fazla kazanacağını gören köylüler topraklarının yağmalanmasına “SSK’lı bir iş uğruna” göz yummaktan vazgeçecek ve “biz de aşırıyık gari” diyecek!

İnsanlığın birikimi bunun böyle olmadığını ve olamayacağını defalarca kanıtlayan deneyimlerle doludur. Toplumsal ilişkiler bir sistemin çarklarıdır. Buraya farklı bir “dişli” yerleştiremezsiniz. Toplumsal ilişkilere hükmetmeden, yani siyasal erki yağmacıların değil halkın yararına kararlar alacak ve uygulanmasını yönetecek yeni bir sistem oluşturmadan yapacağınız “denemeler” yenilgi ile sonuçlanacak ve sonuçta halkın umutlarının bir kez daha kırılmasına neden olacaktır.

Karl Marks tarafından yapılan Ludwig Feuerbach eleştirilerinin sonuncusu olan “dünyayı değiştirmek” tezinin dayanağı da budur. “Toplumsallaşmış insan” maddi gerçeğini ancak bu toplumsallaşmanın zincirlerini kırarak değiştirebilir. Tersi ise, sadece burjuva toplumunun gerçekliğinin yeniden üretilmesine neden olacaktır.

Entelköy Efeköy’e Karşı
Yönetmen ve Senaryo: Yüksel Aksu
Görüntü Yönetmeni: Ercan Yılmaz
Müzik: Orhan Kaplan
Oyuncular: Şahin Irmak, Mehmet Ali Alabora, Emin Gürsoy, Nejat Yavaşoğulları, Selahattin Yusuf, Engin Akın, Claudia Roth, Nihat Kapsız, Ümit Olcay, Ayla Arslancan, Erkut Ertürk, Hamit Demir, Recep Yener, Ayşe Bosse
Türkiye, 2011, 117 dakika