29 Ağustos 2015 Cumartesi

Mizahın küçük dev adamı Aziz Nesin 100 yaşında!


Her ne kadar, Alpay Kabacalı haklı gerekçelerle doğum tarihini 2 Ocak 1916 olarak düzeltme girişiminde bulunduysa da, 2015’i Aziz Nesin’in 100. doğum yılı olarak kutluyoruz. Ancak, görünen o ki, bu kutlama ‘biz bize’ şeklinde geçiyor. Başta kültür bakanlığı olmak üzere, devlet kurumlarının bu kutlamaya kayıtsız kalma niyeti ve ısrarı olduğu anlaşılıyor.

Dünya çapında saygın ve ünlü bir mizahçısının 100. doğum yılını anmayan başka bir ülke var mıdır, gerçekten merak ediyorum. 2009 yılında, yani Ak Parti iktidarı döneminde, masonların 100. kuruluş yılı ‘şerefine’ kartpostal basmayı görev kabul eden devlet kurumu PTT, neden 2015 yılında, Türkçe’nin en güzel yazı işçilerinden, mizahımızın Hüseyin Rahmi Gürpınar’la beraber en önde gelen temsilcisi olan Aziz Nesin için örneğin, posta pulu basmaz?

Ancak, Aziz Nesin’in 100. doğum yılını yüz yıllık yalnızlığa dönüştüren sadece iktidar değil. Tamamen partizanlaşmış bir devlet aygıtının Aziz Nesin’i neden hatırlamak istemeyeceğini az çok anlayabiliriz. Peki, ömrünü bir sosyalist olarak yaşamış, ülkemizde haksızlığın, baskıların, emek sömürüsünün kalkması için yılmadan mücadele etmiş bir sanatçıyı 100. doğum yılında yoldaşları neden yalnız bırakır?


Elbette, bu sorulara verilecek cevaplar içimizi karartabilir. O halde, ben bugün sizlere, en iyisi, büyük güldürü ustamızın sinema ile bağı üzerine birkaç kelam edeyim. Böylece, onun düşünce ve kültür dünyasından ‘nasiplenenler’ olarak, ona karşı vefa borcumuzu belki biraz olsun ödemiş oluruz.

Sinemada Aziz Nesin
Aziz Nesin’in sinemaya aktarılan 3 eseri vardır. Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Zübük ve Gol Kralı. İlk  televiyon dizisi de ‘Yaşar Yaşamaz’ adı altında yapılmıştır. Ayrıca, uzun yıllar özel bir televizyon kanalında yayınlanan ‘Tatlı Betüş’ de Nesin eserinden uyarlanan bir başka dizidir. 1993’de 8 bölüm olarak çekilen dizinin yönetmeni Atıf Yılmaz, senaristi ise Ümit Ünal’dır.

 ‘Yaşar ne Yaşar Ne Yaşamaz’
Dünyada vardır böyle örnekler, ama ülkemizdeki en ünlü örnek ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’dır. Evet, 12 bölümlük radyo tiyatrosu olarak yazılan bir metin, tiyatro sahnesi, sinema filmi, televizyon dizisi, çizgi roman derken, yazarına en sonunda romanını yazdırmış bir eserdir.


Aziz Nesin, 1974’de eserin sinemaya aktarılması için ilk teklifi aldığında, her zamanki titizliğiyle senaryoyu da kendisi yazmak ister. Nitekim yazar da! Ama, yapımcı Ender Film senaryonun telif ücretini ödemez. Bu olay da, büyük mizah ustasının müzesinde yediği kazılar galerisinde canlı tutulur. Ne zaman, sinemadan söz açılsa, Aziz Nesin, aman uzak durun, tavsiyesi ile birlikte, anısını anlatır.

Aslında, radyo ve tiyatro oyunu olarak zaten ünlü olan ‘Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz’ sinemadan önce TRT için 10 bölümlük dizi olarak çekilmişti. Mehmet Keskinoğlu’nun Yaşar karakterini oynadığı dizi o günlerde öyle sevilmişti ki, usta gazeteci Hasan Pulur 1974 yılında, ünlü ‘Olaylar ve İnsanlar’ köşesinde bu durumu şu sözlerle ifade ediyordu: “Türk televizyon seyircisi belki de televizyon kurulduğundan bu yana ilk defa günlük saatlerini bir yerli yapıt için ayarlamaktadır. İşler Yaşar Yaşamaz’a göre ayarlanmakta, herkes o saatte televizyon başında olmanın ince hesaplarını yapmaktadır.”

Dizinin bu derece ilgi görmesi nedeniyle eser Yeşilçam’ın da dikkatini çekmeyi başarmış ve Halit Akçatepe’nin başrolünde, Ergin Orbey’in yönetmenliğinde ve Ender Film tarafından çekilmişti. Eser daha sonra 2008’de Atıl ve İnan İnaç kardeşlerin yönetmenliğinde yeniden çekildi.


'Yaşar ne yaşar, ne yaşamaz' filmini resmin üzerine tıklayarak izleyebilirsiniz.

Gol Kralı
Yeşilçam’dan aldığı dersle, ‘sahalardan uzak duran’ Aziz Nesin’in bu inadı 1980’e varmadan kırılacaktı. Bu kez, Memduh Ün, kendi şirketi için Nesin’in ‘Gol Kralı’ eserini sinemaya uyarlamak istemekteydi. Hem de, dönemin iki starı ile: oyunculuğu bırakıp en başarılı komedi filmlerinin yönetmeni olarak sinemada ikinci baharını yaşayan Kartal Tibet ve komedi filmlerinin vazgeçilmez starı Kemal Sunal!


Elbette, Aziz Nesin için bunlar yeterli değildi, olamazdı da! Mizahın küçük dev kalemi, sinemada da her şeyin masada bittiğine inanırdı. Dolayısıyla, Yeşilçam tarihinde bence ilk kez bu kadar büyük isimlerin bir araya geldiği bir yazı ekibi oluştu: Osman F. Seden, Memduh Ün, Kartal Tibet ve Bülent Oran.


'Gol Kralı' filmini resmin üzerine tıklayarak izleyebilirsiniz. 

Zübük
Aziz Nesin’in eserlerinin sorgulaması olsa, tartışmasız Zübük’ü başyapıt olarak gösterirdim. Çünkü, ‘Zübük’ Nesin’in kalem ustalığının yanında, modern Türkiye’nin çatışmalarının hangi denklem üzerine oturduğunu da büyük bir zeka ile keşfetmiş ve bunu bizlere göstermişti. Cumhuriyet Türkiye’sinin sosyal, siyasal ve kültürel hayatının şifrelerini öylesine derin öngörü ile çözümlemişti ki, ortaya zaman ve mekandan özgürleşmiş, kelimenin tam anlamıyla ‘klasik’ bir eser çıkmıştı.


İşte, bütün Türkiye’nin ‘Zübük’ü elinden düşürmediği sıralarda, yine Kartal Tibet, sanırım artık ‘Gol Kralı’ ile kazandığı güvenden cesaret alarak, ‘Zübük’ü sinemaya uyarlamayı önerdi. Başoyuncu yine Kemal Sunal olacaktı. Senaryo ise, Aziz Nesin’in çok güvendiği bir isme, Atıf Yılmaz’a teslim edilecekti.

Film 1980 askeri darbesi öncesinde planlanmasına rağmen, sinemalara ancak Haziran 1981’de çıkabildi. Sadece büyük gişe hasılatı getirmekle kalmadı, meydana getirenlere de büyük şöhret kazandırdı. Kemal Sunal’ın tuluat ve mimik dışında ilk ciddi oyunculuk çıkardığı film oldu, ‘Zübük’.

2000’lerin başında, Ömer Kavur’un yapımcı-yönetmen olarak başında olduğu ve Macit Koper’le birlikte senaryolarını yazdığı Beybaba/Koltuk, Deliyle Geçen Gece, Fişgittin Bey, Peki Olur Şekerim, Beş Kollu Avize, Damatlık Şapka, Deli İle Birgün, Taşı Sıksam Suyunu Çıkarırım ve Patroniçe filmleri neredeyse bir yıl gibi bir sürede TRT için çekildi.

https://vimeo.com/60948659

'Zübük' filmini yukarıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz.

Güldürünün sınırları
Daha 1966’da, Babıali’nin çetin kalemi Tarık Dursun K. Nesin hakkındaki kanaatini ortaya koyar, ki bu kanaat, aşağı yukarı değişmeden günümüze kadar genel kabul görmüştür:

“Aziz Nesin, edebiyatımızda günümüze kadar hep hor görülmüş, kolayına dal sayıldığı için de dudak bükmelerle karşılanmış mizahın hikâyecisi, romancısı değildir. Yeni karikatürcü kuşakları, Türk karikatürünü nasıl Ramiz ve Necmi Rıza’nın renksiz ve kişiliksiz çizgilerinden alarak çağdaş resmin boyutlarına çıkarmışlarsa, Aziz Nesin de mizahımızı eski kuşağın mizahçılarının yalnız güldürme amacı güden yalınlığından, yavanlığından çağdaş edebiyatın sınırlarına götürmüştür.”

“Peki, Aziz Nesin’de güldürü yok mudur? Vardır elbet. Ama, amaç güldürü değildir. Beylik yargıya katılıyorum ben de. “Aziz Nesin güldürürken düşündürmesini bilen, buna çaba harcayan yazardır.”

Aziz Nesin bu tespitlerden tam 20 yıl sonra, 1986’da kendi gülmece anlayışını şöyle ifade etmişti: “Gülmecelerimle okurlarıma şunu düşündürmek istiyorum: Yaşadığımız toplum ve bu toplumsal yapı adaletli değildir. Adaletsizlikten, çirkinliklerden kurtulmak için, başta kendimiz olmak üzere, çevremizi, toplumumuzu, dünyamızı değiştirme özlem ve isteği yaratmak.”

Sinemanın ve sanatın dostu
Aziz Nesin sanatın ve sanatçının özgürlüğü konusunda sınır tanımayan bir yazardı. Aşağıda aktaracağım anıdan tam 35 yıl sonra, TÜSAK’a karşı eyleme çağırdığım kimilerinden “bu beni ilgilendirmiyor, devletten maaşlı sanatçıların meselesi” diye umarsız cevaplar aldım. TÜSAK’ın bütün olarak sanat alanlarını topyekün hedef aldığını anlayamayan, ancak kendi başına geldiğinde “eyvah” diye bağırmaya başlayan ‘yurdum sanatçısı’nın aksine, Aziz Nesin, özgürlüğe kast eden kimse, ona karşı durmaktan bir an bile tereddüt etmedi.

1979 yılında, 16. Antalya Film Festivali’nde yaşanan olay, aslında aynı zamanda ‘yandaş ruhlu aydın’ güruhu için de ibretlik bir öyküdür. 1979 Ağustos’unda, Bülent Ecevit’in azınlık hükümeti tarafından “Filmleri ve Film Senaryolarının Denetlenmesi Hakkında Tüzük” çıkarılmıştı. Hiçbir somut hukuksal kanıta dayanmadan filmleri sudan gerekçelerle yasaklama yetkisi veren bu uygulamaya karşı Aziz Nesin, “bizim hükümet” gibi bir tarafgirliğe kapılmamış ve karşı çıkanların en ön safında yer almıştı.


Antalya Film Festivali’nde Yavuz Pağda’nın ‘Yolcular’, Yavuz Özkan’ın ‘Demiryol’ ve Ömer Kavur’un ‘Yusuf ile Kenan’ filmleri Film Denetleme Kurulu tarafından el konulmuş ve festivale katılımları yasaklanmıştı.

Sonunda Ulusal Yarışma’nın da ertelenmesine yol açan skandal uygulamayı öğrenen Aziz Nesin’in Ecevit ve Kışlalı’ya gönderdiği telgraf şöyleydi: “Başbakanı bulunduğunuz hükümetten ummadığımız ve beklemediğimiz bir biçimde çıkan ve ilk uygulaması 16. Antalya Film Festivali’ne katılan 3 filmin yasaklanması sonucunu doğuran sansür yönetmenliğinin ülkemizde her türlü sanat etkinliğinin gelişmesine büyük darbe olacağı inancındayız. Türkiye yazarları olarak yeni sansür yönetmenliğini ve uygulamalarını şiddetle protesto ediyor ve konuya ivedi eğilmenizi rica ediyoruz.”


Yüz yıllarca anmak dileği ile, Yeşilçam’ın bu derin kaynağı hâlâ keşfedemediği gerçeğinin de altını çizerek, mizah edebiyatımızın büyük çınarı Aziz Nesin’i saygıyla anıyorum.

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Hüseyin Baradan, çekilin aradan!


Giritli bir erkeği Selanikli bir kadınla İzmir’de buluşturan nedir, diye sorarsak, bunun tek bir cevabının olduğunu biliriz: 20. Yüzyılın başında ülkemizi ve bölgemizi ateş topuna çeviren Batılı ülkelerin yağma hevesi! Çocukluğumuzun dilimizden düşmeyen tekerlemesi ‘Hüseyin Baradan, çekilin aradan!’ı dünya sahnesine taşıyan güzel rastlantının temelinde de işte böyle bir acı hikâye yatar.

Yunan milliyetçilerinin ellerine geçirdikleri egemenlik alanlarında Türk nüfusun varlığını yok etmek için başvurdukları acımasız katliamlar, başta İzmir olmak üzere, Anadolu’ya büyük bir göç hareketine neden oldu. İşte, İzmir’de birbirlerini bulan Baradanaki’lerden İsmail Hakkı ile Selanikli Zeynep’i birleştiren, evlenmelerine vesile olan da, çektikleri onca acıdan sonra, yaşamlarını sürdürmek üzere İzmir’i ikinci yurt olarak seçmiş olmalarıydı.


6 çocuklu Baradan ailesinin 5. Çocuğu olarak dünyaya gelen Hüseyin Avni, önce ağabeyi, ünlü gazeteci Uğur Dündar’ın eşi Yasemin Baradan’ın dedesi ve “Yemeni Bağlamış Telli Başına” şarkısının bestekârı olarak bilinen Ali Ulvi’nin açtığı ‘Foto Baradan’da fotoğrafçı olarak pişmiş, sonra da İzmir’in yerel gazeteleri Ege Ekspres ve Demokrat İzmir’de, ardından Hürriyet İzmir bürosunda foto muhabirliği yapmıştı. Hem mesleğinde ve hem de çevresinde sevilen Hüseyin Baradan’ı sinema ile buluşturan rastlantı, bir öğle yemeğinde İzmir Kemeraltı’nda ünlü Şükran lokantasını seçmesi ile başlar.

Sinema ile buluşma
Kendisi de İzmirli olan yapımcı Necdet Bükey yapım maliyetlerini azaltmak için filmlerini kentte çekmektedir. Hüseyin Baradan’la 1958’de Şükran Lokantası’nda tanışmasının ardından, kentin en yakışıklı gazetecisi ‘Feleğin Sillesi’ adlı filmde aldığı küçük bir rolle sinema dünyasına adımını atar.

Ancak, Hüseyin Baradan’ı İstanbul ile asıl buluşmasını gerçekleştiren, Yeşilçam’ın gördüğü en zarif ve sanatsever yapımcısı, Güven Film şirketinin sahibi Yoakim Filmeridis’tir.

Filmeridis Hüseyin Baradan’ı bir mektupla İstanbul’a davet eder: “Sevgili Baradan’ım, Henüz Karşı karşıya gelip tanışmadığımız halde seni yıllardan beri tanıyor gibiyim. Oynadığın filmleri zevkle seyrediyor ve oyunculuktaki kabiliyetini takdir ediyorum. Yalnız İzmir’de olman Yeşilçam için bir kayıptır. Sana İstanbul’a gelmeni teklif ediyor ve teklifimi şöyle sıralıyorum. Firmam, Güven Film için senede 10 film garanti ediyor ve film başına 3000 (üç bin) TL. teklif ediyor ve firmanın filminin olmadığı zamanlarda başka firmalarda çalışmana müsaade edeceğimi bilmeni istiyorum. Cevabını en yakın zamanda bekler, karşılıklı oturmanın heyecanını şimdiden duyar, hasret be muhabbetle gözlerinden öper acele cevap beklerim.”


Hüseyin Baradan’ın rol aldığı ilk İstanbul filmi Dostluklar Yaşadıkça (1960), senaryoyu da yazan Semih Evin’in yönetmenliğinde, Fikret Hakan, Kadir Savun, Mümtaz Ener, Orhan Günşiray ve Atıf Kaptan gibi dönemin ‘as’ oyuncularının bir arada olduğu 3 ayrı hikâyenin iç içe anlatıldığı bir deneysel eserdi. Daha sonra birkaç filmde daha rol almış olsa da, bence Baradan’ın Yeşilçam ile ilişkisinin sonlandığı film 1977 yapımı Ölümsüz Şarkı’dır. Beklenen Şarkı adlı filmden uyarlanan Ölümsüz Şarkı’nın afişinde yılların ödüllü usta oyuncusu Fatma Girik’in ismi, o sıralar yeni parlayan şarkıcı Bülent Ersoy’un ve ‘çerez’ filmlerde erkek baş rol oyuncuların karşısında ‘eküri’ rollerle tanınan Gülşen Bubikoğlu’nun altına yazılır Bu durum, sinemanın daha sonra içinde düşeceği girdabın da habercisidir, bir bakıma!


Hüseyin Baradan kısa süre içinde İzmir’e dönme kararı alır. Cilalı İbo, Akasyalar Açarken, Şeytan Bunun Neresinde, Makber, Gurbet Kuşları, Atçalı Kel Mehmet, Keşanlı Ali Destanı, Gözleri Ömre Bedel, Ekmekçi Kadın, Haremde Dört Kadın, Bırakın Yaşayalım, Hacı Murat, Sarmaşık Gülleri, Köroğlu, İncili Çavuş, Aşktan Da Üstün gibi sinema tarihimizde silinmeyecek izler bırakan filmlerin de içinde olduğu tam 467 filmde oynayan ‘ülkenin en iyi kalpli kötü adam’ı, tası tarağı toplayarak geldiği kente geri döner. Yeniden İzmir’e yerleşmekle de kalmaz, 2001 yılına kadar hatır kırmadığı toplam 7 filmde görünse de, asıl mesleği gazeteciliğe de geri döner.



Baradan İzmir’e dönüyor
Hüseyin Baradan’ın İzmir’e dönüp, oyunculuk dışında ekmeğini kazanması bence üzerinde önemle durulması gereken bir konudur.


1977 yılında üretilen film sayısı 126’dır. Aynı şekilde, ‘78 yılında 130, ‘79’da 188’dir. Bu sayı ancak 1980 yılında dramatik bir şekilde düşer. Sadece 65 film çekilmiştir! Başka bir deyişle, Baradan’ın İzmir’e dönüşünü sektörün ticari bir krizi ile açıklamak mümkün değildir. Ancak, Yeşilçam’ın bir dönüşüm yaşadığı ve pek çok oyuncunun da bu durumdan etkilendiği bir gerçektir. Artık filmler Anadolu’nun vefakâr seyircinin beklentilerine uygun olarak, kavuşamayan aşıklar, yoksulluk ve küçük insanların büyük hayalleri üzerine çekilmemektedir.

Çekilen filmler için seçilen başlıklara bakmak dahi Yeşilçam’ın yaşadığı dönüşümü ve yeni seyirci kitlesini anlatmak için yeterlidir aslında: Ateş Parçası, Bazıları Cacık Sever, Çarli’nin Kelekleri, Fırçana Bayıldım Boyacı, İsmet Bu Ne Kısmet, Oooh Oh!, Çılgın Bakireler, Doyumsuzlar!

Hüseyin Baradan o günleri şöyle anlatır: “Kabahat acaba kimde idi? Sayıları bir elin parmakları kadar az olan senaryo yazarlarında mı? Ahmet’i Mehmet, Ayşe’yi Fatma yapıp aynı filmi ‘nasıl olsa yutarlar’ diye tekrar tekrar çeken sözde yapımcılarda  mı? Sosyal içerikli bir sürü saçmalığa imza atan yönetmenlerde mi? İşte bunun cevabını halk, sevgili seyircilerimiz verecek ve elini yavaş yavaş Türk filmlerinden çekerek, saçma sapan, vurdulu kırdılı, şiddetten başka hiçbir foksiyonu olmayan kötü Amerikan filmlerine giderek bizi cezalandıracaklardı. Böyle de oldu.”


İzmir’e dönüş ve veda
Usta oyuncunun İzmir’e dönüşü sonrasında gazetecilik, animatörlük vs. gibi pek çok işe girip çıktığını ve son olarak büyük bir yapı kooperatifinin basın danışmanı olarak mesleki yaşamını noktaladığını biliyoruz. Hüseyin Baradan 30 Haziran 2004’te aramızdan ayrıldı.

'Hüseyin Baradan, Çekilin Aradan' filmini buradan izleyebilirsiniz:



İnsan olarak çevresinde büyük sevgi çemberi oluşturmuş, sinemada en sevilen kötü adam olmuş bu büyük ustanın şu sözleri ile bitirmek istiyorum: “Ben hiçbir zaman büyük bir sinema oyuncusu olduğum iddiasında olmadım bazı kişiler gibi. Benim tek özelliğim işime son derce saygılı oluşum, herkesle iyi geçinmem, hiç kapris yapmadan işim en iyi şekilde bitmesini sağlamak. İşte beni Hüseyin Baradan yapan,  Türk sinemasında 400’e yakın filme imzamın atılmasının püf noktalarından biridir bu. Yoksa Ajda Pekkan’ın meşhur şarkısı gibi “Kimler Geldi Kimler Geçti” Beyoğlu’nun köhne Yeşilçam’ından.”

Ali Rıza ÖZKAN

18 Ağustos 2015 Salı

Afrika yolunda macera - Minik Kuş


8-9 yaşa kadar genç minikler için uygun olan bu film, ailesini tanımadan büyümek zorunda kalan minik bir kuşun çevresinde oluşan bir hikâye.


Gus, hayatı tanımak için yeni yeni adımlarını atarken, bir anda zorlu ve bol adrenalin içeren bir maceranın içine düşecektir. Çünkü, büyük bir kuş sürüsü, tam da Afrika’ya gitmek üzere göç hazırlıklarını bitirmek üzereyken, liderleri Darius sakatlanmıştır ve minik kuşumuz Gus da kendisini bir anda büyük bir kuş sürüsünün göç lideri olarak bulur.


İstemeden kabul ettiği ve bolca risk içeren bu maceralı görev Gus için aynı zamanda aile duygusunun, dayanışmanın, sorunların konuşarak ve anlaşarak nasıl çözüleceğinin de sınavı olacaktır.


Sürü sonunda Afrika’yı bulur, ama edinilen deneyim, bu maceranın mutlu sonla bitmesinden daha kıymetli olacaktır. Minik kuş Gus ise, büyük bir ailenin parçası olmanın mutluluğunu yaşar.


Minik Kuş (Gus - Petit oiseau, grand voyage)
Yönetmen: Christian De Vita
Senaryo: Antoine Barraud, Cory Edwards
Müzik: Stephen Warbeck
Görüntü Yönetmeni: Benjamin Renner
Fransa, 2014, ‘90

Ali Rıza ÖZKAN

19 Mayıs 2015 Salı

SOMA'YI UNUTMAMAK İÇİN, FİLMİNE SAHİP ÇIK!

Otoriteye boyun eğen kültürümüz bize hep acılarımızı içimize gömmeyi öğütlemiş. Rasyonel aklın saha dışına itildiği ve hükümdar ile onun ‘aura’sından sebeplenen kitleye dâhil olamayan bireyin anonimleşmeye (siz onu hiçleşmek olarak okuyun) mecbur bırakıldığı egemen kültürü sorgulamadan bu cendereden çıkabilmek hayal gibi.

Nitekim, Kenan Evren’in ölümü bağlamında da yazdım:

Kenan Evren ölmüş, sevinenler var.

Neye seviniyorsunuz? Soramadığınız hesabı sonunda Allah kesti, diye mi? Yoksa, üzerinizden bir yük kalktı, diye mi?

Oysa, Evren'in ölümüne en çok üzülmesi gerekenler, onun şahsında bu ülkeye, bu ülkenin namuslu, yurtsever çocuklarına ödetilen bedellerin hesabını görmeyi sonsuza dek ellerinden kaçıranlar olmalıdır.

1980 faşist darbesinin üzerinden tam 35 sene geçmiş. 35 sene boyunca darbe ile hesaplaşma hanesine dâhil edilecek neler yapıldı diye sorsak, keşfedeceğimiz  “bizim büyük çaresizliğimiz” olacaktır.

Faşizm gibi, sadece siyaset erkinin zirvelerinde administratif müdahale olarak kalmayan, aksine toplumsal derinliğine işleyen bir kültürel saldırıdan söz ediyorsak, karşılığı da aynı yerden ve hatta daha kuvvetli olmalıydı. Ancak, faşizm kültürü ile hesaplaşma hanesine yazacağımız kaç sanat eserimiz var? Ben hemen söyleyeyim: elde var sıfır!

İtalyan faşizmi ile, Alman nazizmi ile, Şili’de Pinochet, İspanya’da Franko ile hesaplaşan, toplumun kodlarını faşizmin şiddete tapan, bireyi yok sayan, boyun eğmeyi ve taassubu teşvik eden kültürüne doğru değiştirilmesi girişimine karşı duran, bunun yerine halkların kardeşliğini, dayanışmayı, korkusuzluğu, bireyselliği ve farklılığı yücelten ne büyük eserler var! Saymaya kalksak, yerimiz yetmez.

Peki, Türkiye’nin binlerce insanını “kaybettiği”, on binlercesini işkencelerde ezdirdiği, yüz binlercesini hapishanelerde çürüttüğü “yurttaş”larının yaşadıklarından öğrendiği şey nedir? Hani filminiz? Hani romanınız? Hani şiiriniz? Hani resminiz? Hani tiyatronuz? Hani heykeliniz? Hani müziğiniz?

Ömrünü ziyadesiyle tamam etmiş ve eceliyle ölmüş bir darbe liderinin ardından zafer kazanmış edalarıyla sevinmek, işte bu nedenle sadece riyakârlıktır, sadece iki yüzlülüktür!

12 Eylül faşizmi ile hesaplaşmayı halkın kültürüne bir saldırıya karşı durmak olarak anlayamadık. Peki, başka alanlarda bunu başarabildik mi? Ne yazık ki, olumlu cevap vermek mümkün görünmüyor. Sivas’ta ülkemizin en seçkin aydınlarının katledilmesine karşı direnişin “Alevi mücadelesi” çerçevesine hapsedilmesine seyirci kaldık. Güneydoğu’da koca bir coğrafyanın şiddet ile terbiye edilmesine seyirci kaldık. Kültürel faşizmin dinci yobazlıkla ittifakla toplumun üzerine karabasan gibi çökmesine seyirci kaldık.

Elbette, “ana akım” dışında kalan isyankârlar da oldu! Terbiye edilemeyen, sanatı halkın gerçekleri söyleme ve öğrenme hakkı olarak kullanan “Promete”lerimiz…

“Gocuklu celep kaldırınca sopasını” salhaneye koşmayan, “çaldığı ateşi” derya içre olup deryayı bilmeyen balıklarla paylaşabilmek için esir düşmeyi önemsemeyen ama, “meseleyi” teslim olmamak şeklinde ifade eden Prometeler!

İşte o Prometelerden birisinin yaptığı bir film izledim: Soma 301. Adından da hemen anlaşılacağı üzere, 2014 yılında Soma’da yaşanan madenci faciasına dair bir film.

Yönetmen, daha üzerinden bir yıl geçmişken ve bizler de her zaman olduğu gibi hatırlamayı pek sevmezken, hatta unutuşun bir uyuşturucu gibi beynimize zerk edilmesinden tatlı bir haz dahi alırken, geldi ve bizi dürttü, rahatsız etti!

Mesleğini artık yapamayacağını anlayan ve bu nedenle memleketi Soma’ya geri dönen işsiz gazeteci üzerinden anlattığı hikâyesinde Ahmet Faik Akıncı, yorulmadan bizi dürtmeyi deniyor. Çünkü, biliyor ki, akrep gibi karanlık, serçe gibi telaşlı, midye gibi kapalı milyonları rahatsız etmezsek bu insanın insana zulmü bitmeyecek. Allah ile toplumu aldatıp hazinelerini çoğaltanlara şarabımızı vermek için üzüm gibi ezilmemiz son bulmayacak!

‘Soma 301’ eğlencelik, boş vaktinizi gene bir boşlukla ‘değer’lendirmek için avelleşeceğiniz bir film değil. Başından sonuna kadar gerilimle karşı karşıya kalacağınız, öfkeyle büyüyeceğiniz bir film. Yoksulluğun da, iş kazalarının da kader olmadığını, patronların daha fazla kâr etmesi için çalışanların ölüme gönderilmesinin bir ‘dünya sistemi’ olduğunu anlayacak, ‘kral’ı bütün çıplaklığı ile göreceksiniz.

Kültürel yoksulluğumuzun ortasında, dirençle, inatla halka ait olanın halka geri verilmesi için, teslim olmamak için ve hep daha iyi bir dünya için atan yüreği ile sinemaya gönül vermiş bu yönetmeni sahiplenelim. Çünkü, Ahmet Faik Akıncı gibi yönetmenlerimiz çoğalırsa, işte o zaman kültürel faşizmin cenderesini kıracağız.

Soma 301
Yönetmen ve Senarist: Ahmet Faik Akıncı
Müzik: Mustafa Yazıcıoğlu
Görüntü Yönetmeni: Onur Özcan
Oyuncular: Turan Ustabaş, Metin Yüksel, Burcu Küçük, Nezih Akyüz
Türkiye, 2015, 91 dakika.

13 Mayıs 2015 Çarşamba

YOKSA, ‘UMUT’ BİR HATA MIYDI?


Dünyanın direksiyon hakimiyeti kaybedilmiş bir belirsizliğe hızla yol aldığını en çok da, eğlence maksatlı filmlerin giderek politize içerikler kazanmasından anlıyoruz. Bu hafta gösterime giren Çılgın Max dizisinin dördüncü filmi Mad Max/Fury Road şiddet, aksiyon ve öfkeyi sonuna kadar kullanan ‘distopik’ filmlerden ve kendi serisinin önceki filmlerinden bu yönüyle kesinlikle ayrılıyor.

Yönetmen ve senaryo yazarı George Miller’in 2008’de yapımına başladığı filmin ancak 7 yıl sonra izleyiciye sunulmasının bir nedeni, gene yazarı ve yönetmeni olduğu ‘Neşeli Ayaklar’ın beklenmeyen başarısı üzerine, hemen ikincisini de yapmaya öncelik vermesi ise, sanırım diğer neden de son Mad Max’in hikayesinin politik yönüyle ilgili olmalı.

Sinemada aksiyon sevenlerin bildiği bir filmdir, Çılgın Max. Mel Gibson’u da dünya çapında üne kavuşturan film, motosikletli çetelerle kanun adamlarının çölün somsuzluğuna akan bir yol üzerinde bitmek bilmeyen kavgaları üzerine kuruluydu.

Kazandığı uluslararası başarının ardından, diğer Avustralya filmlerine de dünya sinemalarının kapılarını açan Mad Max, şiddeti ve hızı görkemleştiren resimleriyle izleyicisini rehin alırken, bir noktadan sonra haklı ile haksız arasında herhangi bir ayrım ya da tercih yapma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor ve sadece güçlü ve zeki olanın hem kazandığı, hem de kuralları belirlediği bir dünyayı da onaylatıyordu.

Mel Gibson’un başrolde olduğu serinin ikinci ve üçüncü filmleri de hikayenin ana çerçevesini bozmadı. Arka planda hep “enerji savaşları”, çöl atmosferi, yol ve hızın sürükleyiciliği, bir de izleyicisine bağımlılık aşılayan motosiklet tutkusu!

SERİ SONU: ÖFKELİ YOL

Serinin sonuncusu olduğu söylenen ‘Fury Road’ (Öfkeli Yol), Mad Max hayranları tarafından nasıl karşılanacak bekleyip göreceğiz. Ancak, dünya sinemaları ile aynı anda ülkemizde de gösterime giren filmin öncelikle iki noktada diğerlerinden kökten ayrıldığını belirtmek gerekiyor. Birincisi, distopik türün içerisinde, neredeyse ‘anti-thesis’ denebilecek kertede janrın temel ilkelerini hiçe sayan hikaye örgüsü. İkincisi ise, güncel küresel temaların yoğun kullanımı. Bir de, artık motosikletin sadece yan bir ögeye dönüşmesi ki, serinin asıl tutkunlarının tam bir hayal kırıklığı yaşayacağı noktanın burası olduğunu düşünüyorum.

Öte yandan, bu kadar yıl üzerinde çalışıldığı ve ince güncel mesajlarla izleyici bağı kuvvetlendirildiği halde, hikayenin askıda kaldığını söylemek gerek. Alıştığımız, dünyayı umursamayan, yalnız kahraman tipi yerini “dünyayı kurtaran adam”a bırakmış olması ana karakterin üzerinde eğreti duruyor. Filmin sonuna kadar bu doku uyuşmazlığı kendisini koruyor. Öyle ki, Max filmin son sahnesinde kalabalığa karışırken, ardında bıraktıklarına bakarsak, aslında başka bir filmi izlediğimizi hemen anlıyoruz.

Buna karşılık Furiosa karakterinde oynayan Charlize Theron’un şimdiye kadar izlediğim en başarılı oyunculuk performanslarından birisi ile karşılaşmaya hazır olmalısınız. Hele, tek kolu ile köle savaşçılarla dövüş sahnelerinde, filmin asıl kahramanını izlediğinizi hemen anlayacaksınız.

HİKAYE KLASİK, PEKİ SONUÇ?

Geçmişi ve geleceği olmayan Mad Max çölde sonsuzluğunu yaşarken ‘Ölümsüz Joe’nun askerleri tarafından avlanır. Kaleye getirildiğinde, kendisinden bir köle yapılamayacağı için, kanını savaşçı bir kölenin kullanması için yaşatılır. Ölümsüz Joe bir yanda sınırsız su, ‘ana sütü’, sebze ve meyveler vb. oluşan ayrıcalıklar dünyasında sahip olduğu hakimiyetinin ödüllerini savaşçı köleleri aracılığı ile kullanır.

İsveç mitolojisinde şehitler diyarı olarak simgeleşmiş Valhalla, Mad Max’de, Ölümsüz Joe’nun vaad ettiği bir tür cennet diyarına dönüşür. Ancak şehitlikle ulaşılabilecek bir yer olarak, savaşçı kölelerin de ütopyası olmuştur, Valhalla. Bu noktadan itibaren, günümüz İslamcı terör örgütlerinin intihar saldırıları için eğittikleri savaşçılarına vaad ettikleri ve ancak şehitlik yoluyla ulaşılabilen ‘cennet’ ile Valhalla arasında bir benzerlik kurabiliriz.

Ölümsüz Joe, intihar savaşçısı olarak eğittiği kölelerini ayrıcalıklı bir sınıf haline getirirken, halkının geri kalan kısmını da dilencilere dönüştürmüştür. Belirli günlerde kalenin önünde toplanan ve Ölümsüz Joe’nun lütuflarından kendi paylarına düşeni almaya razı bir topluluk olarak halk, aslında imparatorluğun ‘hayat suyu’ olduğunu hiçbir zaman anlamaz.

DÜZENİ DEĞİŞTİRECEK AKSİLİK!

Tam da her şey yolunda derken, bir aksilik tüm bu “mutluluk düzeni’ni kökünden sarsacak olayların başlangıcı olur. Bir erkekten daha güçlü bir TIR şöförü olan tek kollu Furiosa, yakıt tankına sakladığı, Ölümsüz Joe’nun neslinin çoğalması ile görevlendirilmiş karıları ile beraber kaleden firar eder.

Asıl amacı, kendi ülkesi olan ‘Yeşil Diyar’ı bulmak olan Furiosa, çölde başlayan kovalamaca içerisinde Mad Max’le yardımlaşmak ve sonunda dost olmak zorunda kalır.  Yalnız ve yakışıklı kahraman Mad Max için Yeşil Diyar bir anlam ifade etmez. Oraya varmak gibi bir hayali de yoktur. Çünkü umut, ona göre büyük bir hatadır!

Hepsinin ortak paydası sadece hayatta kalmak iken, macera aslında bir ‘Yeşil Diyar’ın olmadığı gerçeği karşısında, farklı yönde şekillenir. Çünkü, herkes, asıl yeşil diyarın ve ‘nimetlerin’ kalede, Ölümsüz Joe’nun ayrıcalıklı kullanımında olduğunu bilmektedir. O halde, varlığı dahi bilinmeyen bir ‘Yeşil Diyar’ için umutlanmak yerine, yeri bilinen bir hayat alanını ele geçirmek için plan yapmak daha akılcıdır!

Kaleyi büyük bir macera sonunda ele geçiren kahramanlar, halkın ve köle savaşçıların kutlamaları ile özgürlüğü yaşarken, Mad Max sessizce sahneyi terk eder.

Distopik filmlerin insanlık ve gelecek adına ne kadar karamsarlık yaydığını, hayatın hiçbir yarınında umut beslemek için hiçbir neden olmadığının işlendiğini bilenler için Mad Max tam bir şaşırtmaca sunuyor. Kölelerin sonsuz itaatinin mümkün olmadığını, kendisine ve ailesine sınırsız ayrıcalıklar sunmak için bütün bir ülkeyi boyunduruk altında tutan diktatörlere de bu dünyanın kalmayacağını öğreniyoruz. Özgürlüğün, adaletin ve eşitliğin uzak diyarlarda değil, yanı başımızda olduğunu ve onu elde etmek için diktatörleri devirmemiz gerektiğini öğreniyoruz.

MAD MAX: Fury Road
Yönetmen: George Miller
Senaryo: George Miller, Brendan McCharty, Nico Lathouris
Müzik: Junkie XL
Oyuncular: Tom Hardy, Charlize Theron, Nicholas Hoult, Hugh Keays-Byrne
Görüntü Yönetmeni: John Seale

ABD, Avustralya, 2015, 120 dakika

14 Ekim 2013 Pazartesi

Yılmaz Erdoğan’ın ustalık dönemi filmi: “Kelebeğin Rüyası”

Yılmaz Erdoğan’ın son filmi “Kelebeğin Rüyası” yabancı filmlere verilen Oscar ödülü alanında Türkiye adına aday gösterildi. Hemen bu kararın Kültür Bakanalığı tarafından açıklanmasının ardından film tekrar gösterime girdi. 



Zonguldaklı şair Rüştü Onur’un hayatının anlatıldığı filmde, son zamanların en çok konuşulan iki oyuncusu Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ başrolleri paylaşıyor. Belçim Bilgin ve Zeynep Farah Abdullah’ın filmin en önemli iki kadın karakterini canlandırdığı film Zonguldak’tan İstanbul’a kendisini şair olarak kanıtlamak kavgası içerisindeki genç bir şairin hikayesi.

Daha önce çektiği filmlerde ve yarattığı tiplemelerde Güneydoğulu karakterleri yansıtsa da, karakterlerinin merkezinde insan ve insana ait haller olan Erdoğan, bu kez sinemasını Zonguldak’tan yansıtmış perdeye. 20 yıllık genç bir cumhuriyetin var olma kavgasının sanata izdüşümü, şair Rüştü Onur’un hikayesi. 

Muassır medeneniyet” seviyesine ulaşma çabasındaki Türkiye’nin şiirde de yaşadığı “yarış”ın yansıması. Onur’un şiirlerini, en yakın arkadaşı Muzaffer Tayyip Uslu’nun Duhamel ile karşılaştırması bunun göstergesi. Yılmaz Erdoğan’ın sineması da, yerelliği kabul etmeyen, Onur’un hikayesinden evrensel bir sinema dili yaratma becerisiyle, aynı çizgiyi sürdürmüş diyebiliriz.


Yılmaz Erdoğan’ın başarıyla oynadığı ve hikayenin geçtiği dönemde Çelikel Lisesi’nde ebebiyat öğretmeni olan Behçet Necatigil, “veremli şair”in ve arkadaşlarının 

Dağlarda ateşler yandıkça
Karanlıktan korkulmaz” 

ilkesini öğrenmesini sağladı. 

Belki de, Rüştü Onur ve sanatla ilgilenen diğer gençlerin hayatı sorgulayarak şiire ulaşmalarındaki en önemli kaynak olan Necatigil’in düşünce ile estetiği birleştiren şiir anlayışının izleri, onların şiirinde de görüldü. 

Aynı zamanda şair olan Erdoğan’ın şiir üzerine küçük sohbetler olarak yazdığı sahnelerden birinde Behçet Necatigil’in 

Ne güzeldir dünya, 
Yaşamayınca!” 

dizelerini genç şairlerle okuyunca, Rüştü Onur’un en çok bilinen şiirlerinden birisi gelir: 

Dilsiz değilim, susamam 
(Öyle ölüler gibi) 
Bu güzel dünya ortasında”. 

Yılmaz Erdoğan filmiyle, sadece sanatçı olarak var oluş kavgasını sürdüren genç bir şairin hikayesini anlatmaz, aynı zamanda küreselleşme kıskacında yok oluş tehdidi altındaki şiiri de sahiplenir, böylece.


Ülkenin her yanında modernleşme atılımının kültürel aracısı olan Halkevleri, Yılmaz Erdoğan’ın filminde de önemli bir işlev üstleniyor. Adana’da, Trabzon’da, Elazığ’da olduğu gibi, Zonguldak’ta da gençlerin dans, tiyatro gibi çalışmalara katıldıkları buluşma alanı olan Halkevi, yerel kültürel hayatın merkezi durumunda. “Kömür karası” bir hayatın “mükellefiyet” uygulaması ile zorunluluğa dönüşmesine itiraz aynı zamanda. 

Yılmaz Erdoğan vereme tutsak bu hayatın içerisinden filizlenen yeni bir dünya özlemini başarıyla yansıtmış, sinemasına. Nasıl ki, Rüştü Onur bir meydan okumayla, 

Hallaç Mansur’dan sonra, 
benim derim yüzülecek, 
Zonguldak’ta” 

diyorsa, yönetmen de, filmiyle Anadolu’daki sanatçının meydan okumasını unutulmayacak bir şair portresi ile betimlemiş. İstanbul’a karşı kendisini kabul ettirme savaşını çoğu kez kaybeden Anadolu sanatçısı, Rüştü Onur’un şahsında ve Yılmaz Erdoğan’ın hikayesinde galip gelmiş diyebiliriz.

Kelebeğin Rüyası”, bence Yılmaz Erdoğan’ın “ustalık dönemi” filmi olarak kabul edilmelidir. Yönetmen bu filmle ustalığını kanıtladı, demek istemiyorum. Ancak, ürettiği eserin her karesine sinmiş olan kendisi ve dilindeki evrenselliğin uyumu bir yönetmenin olgunluk dönemini ifade eder ise, Yılmaz Erdoğan bunu “Kelebeğin Rüyası” ile başardı, diyebiliriz.



Kelebeğin Rüyası
Yönetmen ve Senarist: Yılmaz Erdoğan
Müzik: Rahman Altın
Görüntü Yönetmeni: Gökhan Tiryaki
Oyuncular: Kıvanç Tatlıtuğ, Belçim Bilgin, Mert Fırat, Zeynep Farah Abdullah, Yılmaz Erdoğan, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Devrim Yakut, İpek Bilgin, Aksel Bonfil, Servet Pandur.

5YILDIZ

13 Ekim 2013 Pazar

Kendi halince bir Bedreddin: Tuncel Kurtiz

Son dönemde rol aldığı dizilerdeki performansı nedeniyle geniş çevrelerce de tanındığı için, ölümü ile kamuoyu sarsıldı. Neredeyse herkes, Tuncel Kurtiz hakkında bir şeyler yazmaya yönelmiş durumda. Ancak, bütün bu yazılanların hangi oranda sanatçıyı anlatmayı ve aktarmayı başarabileceğine dair bir tahminde bulunmak zor.


Ama, bir şey var ki, yazmadan geçmek, Usta’ya hakaret olacaktır. Ömrü boyunca ve her fırsatta ateist ve komünist olduğunu açıklamış bir kişiyi, İslami inançlara göre mezara koymak nedeniyle, Tuncel Kurtiz’in ailesi adına buna karar verenler hakkında hiçte iyi düşünmeyeceğini tahmin etmek zor değil. Üstelik,  “cenaze namazının kılınmadığı” gerekçesiyle, mezarından tekrar çıkarılması ise, geçiştirilebilecek bir durum değil, sözcüklerle eleştirilebilecek bir durum hiç değil. Ne yazık ki, ülkemizde “cenaze sahipleri” gibi davranmayı bırakıp, ölen kişiye saygıyı öne almayı öğrenemiyoruz. Bir avuç din bezirganı medya maymununa Tuncel Kurtiz’in cenaze törenini alay konusu yaptırmaya kimsenin hakkı yoktur. Kurtiz’e aile bağları ile en yakın olanların, fikren en uzak konumda olduklarını daha törende göstermiş olmaları gerçekten üzücü.

Ben, belki de Tuncel Kurtiz hakkında yazı yazmayı hak edecek en son kişi olabilirim. Evet, Berlin’de, İstanbul’da, Çamlıbel’de yan yana olduk. Sohbetlerimiz, sinema üzerine tartışmalarımız, anılar denizinde kulaçlarımız oldu. Ama, bunlar Tuncel Kurtiz gibi bir oyunculuk devini anlatabilmek için yeterli midir? Emin değilim.

Kendisine de açıkladığım bir fikrimi burada yinelemek istiyorum. Bence, oyunculuk alanında Türkiye’de zirveyi üç kişi paylaşır. Fikret Hakan, Erkan Yücel ve Tuncel Kurtiz. Fikret Hakan belki dil bilmemesinden, belki de korkaklığından yurtdışına gidemedi. Yabancı filmlerde rol alsaydı, eminim ki, dünya çapında büyük bir oyuncuyu konuşuyor olacaktık. Erkan Yücel hem sosyalist angajmanı ve hem de sanatla ilgili beklentileri nedeniyle oyunculuğunu sunamadı. Buna, erken ölüm de eklenince, dünyada yapacak çok iş bırakıp gitti. Ama, Tuncel Kurtiz her iki aktörün yapamadıklarını yaptı. Bu bakımdan, oyunculuğumuzun zirvesi olarak kabul edilmelidir.

Tuncel Kurtiz’in bence en ayırt edici özelliklerinden birisi sonsuzluk konusundaki dervişlere eşdeğer yaklaşımıydı. O’nun için doğru ve yanlış aynı şeydi. Diyalektik materyalizmin yoğun olarak kendisini gösterdiği bir ifade tarzı vardı ki, bu nedenle sürekli, “hadi bir yanlış yapalım” derdi. Bu, doğrunun göreceliğinden yola çıkan ve sonsuzluğa ulaşan bir yaklaşım tarzıydı. Beni, Tuncel Kurtiz en çok bu yönüyle etkilemiştir. Burada da, kendisinden ödünç alarak, “bir yanlış yapmak istiyorum” ve bir biyografi yazmaktan çok, benim kafamdaki Tuncel Kurtiz görüntüsünden bir parça sunacağım.

ÇİRKİN KRAL’LA KADER BİRLİĞİ
Tuncel Kurtiz denilince Yılmaz Güney demeden geçmek olmaz. Çünkü, Kurtiz’in sanat yolculuğunda en çok etkilendiği sanatçıdır, Güney. Dostluklarının üniversite sıralarından gelmesi değil, ama sosyalist kanaatlerinin benzerliği ile birbirlerini etkilemişlerdir.

Yılmaz Güney’le 1957 yılında tanışmıştım. Ben hukuk fakültesinde okuyordum, ya da bırakmıştım, İngiliz filolojisine geçmiştim, yahut galiba felsefedeydim. Elimde bir bavul kitapla dolaşıyordum. İçinde James Joyce’tan tut da Faulkner’a kadar, Sait Faik’e, Cahit Sıtkı’ya, Orhan Veli’ye, James Hilton’a, Rabindranath Tagore’a tonlarca kitapla dolaşırdım.


İkisinin de “kitap kurdu” derecesinde okur olmaları ve edebiyat ve felsefe ile sıcak ilgileri, aynı zamanda yollarının kesişmesini ve birikimlerini ortak bir sanat havuzuna akıtmalarını sağlamıştır. Bu “ortak payda”nın ekseni ise, yurtseverlik ve zalimlerden nefret eden bir sanatı “bize özgü” işlemek olmuştur. İki sanatçıyı birbirine yaklaştıran budur. Aynı zamanda, her ikisinin de büyük sanatçı olmalarını besleyen kaynağın da bu dünya duruşu olduğunu düşünüyorum.

Yılmaz da iktisat fakültesindeydi. O da Cep Tiyatrosu’na girdi bir ara. Fakat asistanlık yapmaya başladı. Yani bir tanışıklığımız yoktu o zaman. Bebek’te bir apartmanın bodrum katında oturuyordu. Bir daktilosu vardı masada, bir de sandalyesi. Asabi bir çocuktu. Komünistti. Ben de komünisttim.

Tuncel Kurtiz ‘Umut’ öncesinde rol aldığı bir dolu filmi görmezden gelir. Çünkü, onlar hedefe giden yolda, verilmesi gereken bedeller olarak görülür.

Yılmaz hapisten ve sürgünden döndü. “Gel usta, beraber olalım,” dedi ve Konyakçı Kabadayılar Kralı diye bir film yaptık. Facia bir şey. Arkasından bir de Üçünüzü de Mıhlarım’ı yaptık. “Ne yapıyoruz ağabey?” dediğim zaman, “Ağabey, böyle yapacağız şimdi,” dedi, “Şimdi böyle yapacağız, çirkin kral olacağız ki istediklerimizi yapalım”.

Umut’ filmi ise, Türk Sineması’na yeni bir dönem açtırdığı kadar Yılmaz Güney ve Tuncel Kurtiz’in de hayatını değiştirmiştir. Adanalı arabacı Cabbar’ın egemenlerin arasında ezilmesi, kurulu düzenden umut yaratmanın acı sınırlarını çarpıcı örneklerle gösterir. Başka bir deyişle, ‘Umut’ filmi, umutsuzluğun filmidir.

Beni geldi aldı “İhtiyar,” dedi, “sen gel”. İyi, gidelim, dedim. “Babamın hikayesi,” dedi. “Babam evi kazdı temellerine kadar burada define var diye. Bir hoca girdi kafasına, sattılar, sıvadılar. Hoca yedi, gitti. En sonunda da evde hiçbir şey kalmadı,” dedi.

Umut’ Türk Sineması’nda taşları yerinden oynatır ama, Türk sosyalistlerine kendisini beğendiremez. En acımasız eleştiriler de onlardan gelir.

Film çıktığı zaman Halit Refiğ’den bir eleştiri geldi. Dedi ki “Bu film bir Hıristiyan filmidir”. Doğru tarafları da vardır. Ama Hıristiyan filmi değildi. Neden “Hıristiyan filmidir?” dedi. “Çünkü,” dedi, “bizim Türkiye’mizde loncalar vardır. Bir arabacının atı ölürse öteki arabacılar ona bir at alırlar,” dedi. Biz de “Öyle şey olmuyor artık,” dedik; “O senin rüyan, hayallerinde var”. Kemal Tahir üstadımız “Bu ne biçim iştir?” dedi; “Ne lüzumu var böyle at arabacısı filan? Endüstriyel bir dönem yaşıyoruz, sanayi devriminin içindeyiz. Bir şoförü ele alsaydı,” dedi. Sosyalist gazetesinde Hikmet Kıvılcımlı’nın ise şöyle bir eleştirisi çıktı: “Biz Yılmaz Güney’i elinde kızıl bayrağıyla arabacılar grevinde ön safta görmek isterdik.” Yılmaz da bu gürültülerin arasından Çirkin Kral olarak çıktı.

Tuncel Kurtiz sanatsal yaratıcılığını halka ulaştıran Yılmaz Güney’e her zaman minnet borcu ve vefa duygusu ile yaklaşır:


Yılmaz Güney’le ilgili şunu söyleyebilirim: Yılmaz’la yaptığım Sürü ve Umut filmleri, bana iki kanat olmuştur Avrupa’da. Aldığım bütün işler aslında, bu iki filmde gösterdiğim performansı gören batılı rejisörler tarafından bana teklif edilmiştir. İsrail’de iki tane filmde oynadım, İtalya’da bir filmde, Fransa’da iki filmde oynadım. Almanya’da birçok filmde oynadım. Bunlar hep Umut ve Sürü’den dolayı olmuştur. Yoksa beni nereden tanıyacaklardı? Nereden göreceklerdi ki? Ben Peter Stein’la da çalıştım, Peter Brook’la da çalıştım. Eğer ölmeseydi David Lean’le de çalışacaktım.

BERLİN MACERASI
Berlin’den canımı sıkan bir telefon aldığımda, biraz önce aktarılan isimlerden sadece birisini unutmamıştım: Tuncel Kurtiz. Telefonla bana ulaşan dostum, Berlin’de bir Türk tiyatrosu kurmak için gelen oyunculara karşı kirli bir kampanya başlatıldığını bildiriyor ve bu sanatçılara sahip çıkmak için yardım istiyordu. Haklarında “12 Eylül’ün darbeci faşistleri” ile işbirliği yaptıkları iftirası yayılan sanatçılardan Tuncel Kurtiz’i tanıyordum. Halk Oyuncuları ekibinde sahnede ve sonrasında özellikle de Yılmaz Güney’in Umut ve Sürü filmlerinden aklıma kazınmış bir oyuncu idi. Nasıl oldu da, Türkiye’nin en seçkin oyuncuları Berlin’de böylesi akıl almaz bir iftiraya uğradılar?

Dünyaca ünlü Alman tiyatro yönetmeni Peter Stein Meray Ülgen’in Berlin Oyuncuları grubunu ‘Schaubühne’ye davet eder. Türkisches Ensemble der Schaubühne (Schaubühne Türk Topluluğu) adına alan grup, Stein’ın da çabalarıyla Türkiye’den oyuncu ve yönetmen çağırır. Beklan Algan, Ayla Algan, Şener Şen, Macit Koper, Kerim Afşar’la beraber Tuncel Kurtiz de Berlin’e gelir. Ancak, aynı dönemde Vasıf Öngören’in de Berlin’de bir tiyatro kurmaya kalkışması işleri karıştırmıştı. Çünkü, tiyatro yapabilmek için tek mali kaynak devlet yardımıydı ve Berlin Kültür Senatosu Peter Stein’ın kurduğu ekibi destekliyordu. TKP sempatizanları da, artık kimin emri veya dayatması ile olduysa, Schaubühne’de çalışan oyunculara karşı akıl almaz bir karalama kampanyası başlatmışlardı.

Tuncel Kurtiz bu döneme ilişkin şunları anlatıyor: “ Birdenbire Peter Stein beni çağırdı, “Tuncel,” dedi, “Çok kötü şeyler oluyor. Tiyatroya büyük tehditler yağıyor, ‘Yakarız, ederiz. Bu faşisti nasıl oynatırsın?’ diye”. “Kimmiş faşist?” dedim. “Bütün sol gruplardan yazılar geliyor, ‘faşist Öztürk Serengil’i oynatmayın, yakarız’ diyorlar,” dedi. Dedim ki “Öztürk faşist filan değil. Öztürk palyaçodur.” Harika, inanılmaz bir palyaçodur yani. İnanılmaz! Öztürk Şehir Tiyatrosunda Abdurrahman Palay, Şirin Devrim’le Hırçın Kız’da seyis rolünü oynamıştı, valla İngilizler o kadar iyi oynayamamışlardır. Başka bir yetenekti o, inanılmaz bir adamdı. “Sana faşist diyorlar Öztürk ya” dedim. “Yok be İbrahim!” dedi, “Bir gün,” dedi, “ben Sheraton’dayım. Aşağıda MHP’nin bir eğlencesi varmış, beni de çağırdılar. Gittim, baktım, Türkeş orada. Yakaladım kelleyi, ‘Vay be! Kelleye bak!’ dedim. Ağabey, ben artık gelmeyeyim,” dedi, “Bu işin tadı kaçtı.” Halbuki orada harikulade iki rol var ve ondan iyi kimse oynayamaz o rolleri. Armatörü ve Keşanlı’nın siyasetçisini oynayacaktı ve piyes birdenbire ayağa kalkacaktı. Ama solcu arkadaşlarımız dediler ki “Bu faşiste asla iş verilmeyecek!” Peki ağabey.

Elbette, sorun Öztürk Serengil sorunu değildi. Schaubühne’de bir araya gelen Türk tiyatrocuların neredeyse hepsinin sosyalist kanaatleri olsa da, TKP kontrolünün dışında bir çalışma, Berlin’de Türklere ilişkin ne yapılacaksa, bizim denetimimiz dışında olmayacak anlayışına sahip “yoldaşlar”ı kızdırmıştı! Tuncel Kurtiz’in ölümünün ardından anılarını yazan Aydın Engin’in 1960’lı yılların ilk yarısında bodrum katında içilen şarapları dahi hatırlayıp, Berlin’de yaşananlara tek sözcükle olsun, değinmemesine ne demeli? Algıda seçicilik artık anıda seçicilik haline mi dönüştü? Vasıf Öngören Engin’in de arkadaşı ve yoldaşıydı. En azından, “benim arkadaşım aktördü” diye Usta’nın arkasından yazı yazıyorsan, yoldaşlarının arkadaşına yaptıklarını da hatırlayacaktın, sayın Engin.

Berlin’de türü dedikodu ile Schubühne’deki oyuncuların “faşist” olduğu, “12 Eylül darbeci yönetimiyle işbirliği yaptıkları” gibi asılsız iftiralarla yıpratılması kampanyası dur durak bilmiyordu. İlk sahnelenen oyunun (Giden Tez Geri Dönmez, Reji: Macit Koper) prömiyerinde de devam etti. Tuncel Kurtiz anlatıyor: “Çok büyük bir projeydi. Halkımızla bir selamlaşma projesiydi. Ondan sonra prömiyer gecesi gelip yuhaladılar bizi. Benimle Ayla’nın sevişme sahnesinde de bana “Potsdamer Strasse’ye! Yılmaz Güney’in sana verdiği emeklere yazıklar olsun!” diye bağırdılar.” (Potsdamer Strasse denilen yerde fahişeler çalışır. YN)

Bu yıpratıcı saldırıya dayanamayarak Berlin’i terk eden oyuncular Kerim Afşar ve Şener Şen oldu ilk. Tuncel Kurtiz ise yönünü önce İsveç’e sonra Fransa’ya çevirecekti. Çünkü, Yılmaz Güney “Duvar” adlı filmine başlıyordu. Herşeye rağmen, Tuncel Kurtiz “Keşanlı Ali Destanı” (1980), “Ferhad ile Şirin” (1983) ve “Küçük Kara Balık” (1984) oyunlarını yönetti. Beklan Algan, Macit Koper ve Meray Ülgen’in yönetmenliğinde oynadı ve Berlin Türkiye dışında ilk Türk tiyatrosu yapılan kent olarak tarihe geçti.

İSVEÇ MACERASI
Tuncel Kurtiz İsveç’e geçince, orada Tunç Okan adında birisi ile karşılaşır. Birisi dediysem, yanlış anlaşılmasın. Tunç Okan Yeşilçam’da oyuncu olarak tanınan birisidir. 80’lerin başında herkesin yapmak istediğini yapmış ve Avrupa’ya “kapağı atmıştır”. Sinema yapma koşullarının Avrupa ülkelerinde farklı karakterini ilk kavramış sinemacılardan olduğu söylenebilir. Gerisini Tuncel Kurtiz’e bırakalım:

Tunç Okan geldi, beni buldu Zürih’te. “Film yapacağız ağabeyciğim,” dedi. “Yapalım ağabey” dedim. Dedi ki “Sen bir dişçi olacaksın. Ben avukat olacağım. İkimiz de devrimciyken sonra birdenbire birimiz devrimci olmaktan vazgeçeceğiz. Ondan sonra aynı kızı seveceğiz. Chopin çalarken düelloya çağıracağım ben seni.” Dedim, “Ağabey ne yapıyoruz biz ya?”. Fasulye kovboylar filan, bahsetti bir şeyler. Kaba, grotesk bir hikaye var elde. Yani bayağı sevmediğim bir hikaye, çünkü ben alay etmekten yana değilim. İnsanları tanımaktan yanayım. Velhasıl başladık. Çok güzel anlar yakaladık ve bir yere kadar geldik. Ben filme yarı yarıya ortağım. Stockholm’ün prodüksiyonunu ben yönetiyorum. Oyuncuları ben buluyorum. Çekimleri yapıyoruz. Bir ara Tunç Okan herkese para vermeye kalktı. Biner kron, yani iki yüz lira filan. Aras Ören, Sümer İşgör, Ünal, Rauf Alazan, hepsi oyuncu. Ben paylaşmaktan yanayım. Herkes ortak olsun istiyordum filme. Çünkü hep beraber emek vererek yaptığımız bir şeydi. Başka türlü yapılamazdı bu iş. Ondan sonra Tunç bizim filmleri bir yerde yakaladı, aldı ve bir akşam kayboldu, gitti. Şoförü oynayan Oğuz vardı. Onunla anlaştı ve gidip filmi Hamburg’da bitirdi. Ve bir daha da görüşmedik. Bana da on altı sayfalık bir mektup yazdı: “Tuncel Kurtiz’in bu filmdeki işi köfte pişirmekten ibarettir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Ama kendisini hâlâ çok sevdiğim için ve alkolik dayıma benzettiğim için altı bin frank gönderiyorum”. Tabii ki parayı almadım ve bitti iş.

Tuncel Kurtiz böylece Avrupa’daki Türkiye ile tanışmış olur! Ancak, hiçbir işini yarım bırakmayan Kurtiz, bunu da başka türlü çözer:

Bundan sonra ben oturdum Gül Hasan diye bir film yaptım. Yine paramız yoktu ama arkadaşlarımız vardı. Hani Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”. Vardı dostlarımız. Bir işe başladık, kırk kutu film bulduk. O sırada Türkiye’den birçok grup, burada işçilerimize oyunculuk dersleri verip film yapacağız diye bir sistem kurmuşlardı. İyi para kazanıyorlardı bu işte. İsimlerini vermeyeyim. Hepsi geldiler, aktörlük dersleri verdiler ve gittiler. MHP taraftarı bir arkadaşımız orada “Türk, titre ve kendine dön” diye bir afiş yapıştırdı. Onları topladı. Ben de hikayeyi yazdım. Adamın da adını Okanbay koydum. Gelip Türk işçilerine “Tiyatro, sinema yapacağım, ama işte şöyle böyle,” filan diyordu. Yanımda Savaş Dinçel var, Müjdat Gezen var. Bir de Özcan Özgür var. Birisi aktör, birisi prodüksiyon amiri, birisi anlatıcı. Bir de Nuri vardı, arkadaşımız. Biz filmi bitirdik. Bazı problemler oldu. İsveç Enstitüsü para vermek istemedi. Kendi montajlarını kabul ettirmek için uğraştılar. Ama film iyi satıldı. Biz iyi para kazandık.

Gül Hasan”, aynı anda üç dilin konuşulduğu tek Türk filmidir, hâlâ. Benim de Nuri abiyle tanışmam, bu filmin varlığından haberdar olmamla gerçekleşti. Nuri Sezer tiyatro ve sinemada oyunculuk yaparken İsveç’e gelmişti. Tunç Okan’ın “Otobüs” macerası sonrasında Tuncel Kurtiz’le kader birliği yapmış ve Gül Hasan’ı ortaya çıkarmışlardı. Ardından, “Bereketli Topraklar Üzerinde” ve “Kardeşim Benim” filmlerini yaptılar. Erden Kral’la yapmak istedikleri bir film nedeniyle iflas edince Nuri abi Berlin’e yerleşip o dönem revaçta olan video kaset çoğaltım ve satış işlerine girmişti. Erden Kral’la filmin çekim ve montaj aşamalarında ilişkiler kopma noktasına gelir.


Kimsenin aleyhinde konuşmak istemiyorum ama hoşlanmıyoruz birbirimizden. Onat Kutlar dedi ki “Tuncel, ben bu Hakkari’de Bir Mevsim’i senin için yazdım. Sen oynayacaksın.” “Oynamam ağabey,” dedim. Oynamam. Bir adam bir rejisöre inanmıyorsa nasıl oynar? Sonra Berlin’deydim. Yılmaz Güney’den telefon geldi. “Yol filmini çekiyoruz. Senin gelmeni istiyorum,” dedi. “Gelirim,” dedim, “Rejisör kim?”, “Erden Kıral” dedi. Bunun üzerine kusura bakma deyip reddettim. Arkasından telefon geldi tekrar, “Erden bıraktı, Şerif başlıyor,” dedi. O zaman da ben Schaubühne’yle mukavele imzalamıştım. Mecburen, Yol filmine gelemedim. Benim yerime Necmettin Çobanoğlu oynadı ve çok da güzel oynadı.

“HER İNSAN BİR KAİNATTIR”
Tuncel Kurtiz denilince, neredeyse onunla bütünleşmiş haliyle Şeyh Bedreddin gelir akla. Usta, Şeyh Bedreddin’in kişiliğini, dönemini ve etrafındaki müridlerini öylesine benimsemiştir ki, Radi Fiş’in deyişiyle “kendi halince bir Bedreddin” olup çıkmıştır.


Şeyh Bedreddin’i Yılmaz’la yapmak istiyorduk. İlk defa 1965’te bir kitap çıktı, Bedreddin diye. Onu okuduk. Nazım Hikmet’in Bedreddin Destanı’nı ben babamın eski sandığında bulmuştum. İnanılmaz bir ritim... Konuştuk, ettik. Yılmaz, tabii, çok başka bir Bedreddin düşünmeye başladı. Çünkü kırk bin asker var, on bin asker var. Büyük savaş sahneleri var. İnanılmaz büyük... Sonraya bırakmaya karar verdik.

Yılmaz Güney’le beraber yapamayacakları anlaşılır anlaşılmasına ama, Tuncel Kurtiz için Şeyh Bedreddin hayatının filmi olarak yaşamaya devam eder.

Hâlâ çalışıyorum. Hâlâ rüyalar görüyorum. En son rüyamda Amik Ovası’nda arabayla gidiyorum. Arabanın camında birdenbire benim Çiçek Bar’da çıplak oynadığım Bedreddin’den sahneler dolaşmaya başlıyor. Gözlerimi kapatıp iniyorum arabadan. Dışarıya çıkınca bir bakıyorum, 1410 yıllarından bir Osmanlı süvarisi uçarak geliyor. Çok güzel olması lazım o sahnenin. O atın üzerinde delikanlının uçması lazım.


Şeyh Bedreddin’i filme çekemedi Usta. Ama Bedreddince yaşadı. Bu gerçek.

Belki de ben her gece bir film çekiyorum. Belki bunu da çekemem. Ama uğraşacağım. Belki de çekerim. Daha yetmiş dört yaşındayım, henüz gencim.

İlk yayınlandığı yer: Berfin Kültür, Sanat ve Edebiyat Dergisi, Sayı: 188, Ekim 2013