Türk sinemasının kendi
kişiliğini bulmasında en çok emeği olan sinema insanlarından birisi olan Halit
Refiğ’i kaybettik. 5 Mart 1934’de İzmir’de doğan Halit
Refiğ’in, askerliğini Kore’de yaparken 8 mm filmler çektiği bilgisinden, daha
ilk gençlik yıllarından itibaren sinemaya gönül verdiğini anlayabiliyoruz.
Ancak, gene de usta yönetmenin sinema setlerinin havasını soluması biraz zaman
alacaktır. Halit Refiğ askerlik sonrasında Nijat Özön ile birlikte, 1956'da, “Sinema” dergisini
yayınlar. Sonra “Kim” dergisinde, “Yeni Sabah”
ve “Akşam”
gazetelerinde sinema eleştirileri yazar. İlk sinema deneyimini ise, 1958’de
Atıf Yılmaz’ın “Yaşamak Hakkımdır” isimli filminde, ustanın asistanlığını
yaparak kazanır.
Halit Refiğ’in, ilk filmleri, Türkiye sinema sektörünün “gişe filmleri” adını
verdiği türdendir. 1960-1963 arasında çekilen “Seviştiğimiz Günler”, “Yasak
Aşk” ve “Gençlik Hülyaları” günün talep gören oyuncularıyla çekilmiş,
içinde bol miktarda ahlak yargıları üreten, sonuçta, ortalama izleyiciye “Allah
korusun, ya bizim de başımıza gelirse!” dedirtecek ortalama filmlerdir.
Halit Refiğ’in kendisini
farklı bir yönetmen olarak hissettirmesi daha sonra başlar. Bunun başta gelen
nedeni ise, Halit Refiğ’in italyan “Yeni Gerçekçilik” akımını tanıdığını
ve benimsediğini gösteren filmlerdir. “Şehirdeki Yabancı” dönüşümü bize
hissettirir. Hemen ardından çektiği “Gurbet Kuşları” ise, bugün dahi,
sinemamızın başyapıtları arasında gösterilmektedir.
İtalyan “Yeni
Gerçekçilik” akımı, tarihsel olarak 40’lı yıllara kadar gitse de, esas
olarak, faşist iktidarın İtalya’da yıkılmasının ardından, tüm sanatları
kapsayan ideolojik yenilenme sürecinin
sinemaya yansımasıdır. Eski toplumu kutsayan, ahlaki değerleri toplumun
zapturapt altında tutulması için istismar eden, güce tapan, toplumsal
eşitsizlikleri yok sayan veya yazgılaştıran bir sanat anlayışıyla, sınırları
gene sanatsal platform tarafından çizilen topyekun bir savaştır, “Yeni
Gerçekçilik”.
“Yeni Gerçekçilik”
akımının öncüleri sinema tekniğini kullanırken de, tarihleriyle hesaplaşmayı
gündemlerine almışlardır. Sanatsal iddialı yapay ışıklandırma yerine, mümkün
olduğu kadar, gerçek hayatın ışıklarını, izleyiciyi büyülemeyi amaçlayan bir
kamera hareketi yerine, gözlemci, var olanı aktarmaya odaklı görüntü kurgusu
tercih etmişlerdir. Yeni Gerçekçilik akımının belki de en önemli işlevlerinden
birisi de, sinemayı sokağa taşıması olmuştur. Yani, sinemasal kurgu ile,
sokaktaki gerçek yaşamı buluşturmayı hedeflemiştir, Yeni Gerçekçilik.
Halit Refiğ sinemasına
baktığımızda da, estetik tercihleri ile Yeni Gerçekçilik arasında büyük
benzerlikler görürüz. Halit Refiğ, Yeni Gerçekçilik akımının temel değerlerini
benimsemiştir. Sinemasını stüdyolardan sokağa taşımış, kamerasını da izleyici
rolünü unutturmayacak bir mesafeye yerleştirmiştir.
Özellikle “Gurbet
Kuşları” filminin çok ses getirmesi, Halit Refiğ’i yapım şirketleri
tarafından aranılan yönetmen haline getirdi. Refiğ bu dönemde birbiri ardına
filmler çekti. Sadece 1964 yılında çektiği filmlerin sayısı 5’dir. Bugün hayal
bile edemeyeceğimiz böyle bir çalışma temposunun ürünleri başta “Gurbet
Kuşları” olmak üzere, “İstanbul’un Kızları”, “Şehrazat”,
“Evcilik
Oyunu”, “Canım Sana Feda” filmleridir.
“Gurbet Kuşları” Halit
Refiğ’in kendisinin de sinema kariyeri içerisinde önemsediği filmlerden
birisidir. Kısa bir süre önce, 1960’da, İtalya’da ünlü yönetmen Luchino
Visconti “Rocco e i suoi fratelli” (Rocco ve Kardeşleri) filmini
yapmıştır. Visconti’nin yoksul ve terkedilmiş Güney İtalya’nın insanlarını
anlattığı “Rocco ve Kardeşleri” filminde dul kalan Rosaria yanına dört
oğlunu da alarak, büyük şehre taşınmaya karar verir. Hedef Milano’dur.
Milano’da büyük kent yaşamı içerisinde aile içi dayanışma duygusunu kaybeden
Rocco ve kardeşleri kendi içlerinde kavgaya tutuşurlar ve ailenin dağılmasına
neden olurlar.
“Gurbet Kuşları” filminin
konusu, Maraş’tan İstanbul’a büyük hayallerle gelen Bakırcıoğlu ailesinin büyük
kent karmaşası içerisinde dağılmasıdır. Otoriter bir yapıya sahip baba Tahir
Efendi, ailesine, sırt sırta vererek İstanbul’u fethetmeyi öğütler. Oğullardan
birisi taksi şöförlüğü, diğeri ise araba tamirciliği yapar. En küçük Kemal ise
üniversite eğitimi görecektir. Rakip tamirhane sahibi Panayot’un karısı
Despina, Selim’i iş saatlerinde evine alır. Taksi şöförlüğü yapan Murat ise,
dansöz Seval’e kapılır. Evin sessiz kızı Fatma ise, mahallede tanıştığı ablalar
tarafından batakhane alemlerine çekilir. Tahir Efendi ise, önceki yüzyıldan
kalma otoriter buyrukları ile aileyi birarada tutamadığı anladığında iş işten
geçmiş olacaktır. Üniversite öğrencisi Kemal, bilginin ve aklın sözcüsü olur.
Ailenin tekrar birarada kalabilmesi için, büyük şehrin “insanımıza yabancı”
ilişkilerinden uzaklaşması gerekmektedir. Aile Maraş’a dönerken, Haydarpaşa
Garı’nda Anadolu’dan umut yüklü ailelerle karşılaşırlar. Bakırcıoğlu ailesinin
yaşadıklarının belki de bir benzerini onlar da yaşayacaklardır. “Gurbet
Kuşları” 1964 yılında Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde En İyi
Yönetmen ödülü aldı.
Halit Refiğ, 1965’de “Haremde
Dört Kadın”, “Kırık Hayatlar”, ve “Güneşe
Giden Yol” filmlerini çekti. Esasen, “Gurbet Kuşları”nda
başladığı, “Yeni Gerçekçilik”i kendisi anlayışıyla yoğurmak fikrini, bu
filmlerde daha da pekiştirdiğini söyleyebiliriz. Halit Refiğ daha şiirsel bir
kamera kullanımını tercih ederken, konularında ulusal değerleri daha öne
çıkaran bir çizgiyi vurgulamaya başlamıştır.
“Haremde Dört Kadın” belki
de Türk Sineması’nda üst sınıfların eleştirildiği ilk filmdir. Bir Osmanlı
paşasının ev ilişkilerinin anlatıldığı film, aristokrasi ile halk arasındaki
derin değer uçurumunu ortaya koyar. Filmin Antalya Altın Portakal Film
Festivali kapsamında gösterimi esnasında, kendilerini “milliyetçi gençler”
olarak tanımlayan bir grup tarafından saldırıya uğraması, Halit Refiğ’in
sineması için de daha sonra önemli olacaktır. Kemal Tahir’in senaryosunu
yazdığı bu esere gençelerin tepkisi de ilginçtir: Ecdadımıza hakaret ediliyor!
“Erkek ve Dişi”, “Karakolda
Ayna Var”, “Üç Korkusuz Arkadaş”, “Can Yoldaşları”, “Aslan
Perçesi” bu filmlerin hepsinin ortak özelliği Halit Refiğ tarafından çekilmiş
olmaları. Bir ortak özellikleri de, hepsinin aynı yıl, yani 1966’da çekilmiş
olmaları.
1966 sonrasında Halit
Refiğ artık sürekli film çeken değil, kendi filmini çeken yönetmen olacaktır. “Kız
Kolunda Damga Var” (1967) gişe başarısının devam ettirilmesi
düşüncesinin ürünüdür. “Bir Türke Gönül Verdim” (1969) Türk
sinemasında bir ilktir. Batı medeniyetinin tüm üstünlüklerine rağmen, Avrupalı
bir kadının bir Türk erkeğine olan aşkının anlatıldığı film, doğrudan ulusal
özgüvene sesleniyordu. “Bir Türke Gönül Verdim” Moskova,
Yeni Delhi ve Sorrento film festivallerinde ödüller aldı. Usta yönetmenin gene
aynı yıl çektiği “Yaşamak Güzel Şey” ise müzikal komedi türünden bir örnektir.
Halit Refiğ 1970’de “Adsız
Cengaver”, 1971’de “Ali Cengiz Oyunu” ve “Sevmek
ve Ölmek Zamanı”, 1972’de “Acı Zafer”, “Çöl Kartalı”, “Aşk
Fırtınası”, “Fatma Bacı”, 1973’de “Cennetin
Kapısı”, “Sultan Gelin”, “Yedi Evlat İki Damat”, “Kızın
Varsa Derdin Var” ve “Vurun Kahpeye” filmlerini çekti. “Sevmek
ve Ölmek Zamanı” çekildikten sonra çok filmin ana konusunu oluşturacak
bir potansiyele sahipti. Aşkına çevre etmenler nedeniyle kavuşamayan ve
toplumun altına itilen erkeğin intikamı. Özellikle 1970’lerin ortasından
itibaren arabesk akımın film versiyonlarında bu sujenin sıklıkla kullanıldığını
biliyoruz. Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı romanından uyarlanmış olan “Vurun
Kahpeye” ise, Anadolu’da genç cumhuriyetin feodalizmle çatışması
ekseninde genç bir bayan öğretmenin yaşadığı dramı anlatır.
Halit Refiğ Türk
Sineması’nda televizyonun gücünü anlayan ilk yönetmenlerdendir. 1975 yılında
TRT için çektiği “Aşkı Memnu” hala konuşulmaktadır. Gene TRT için yaptığı “Yorgun
Savaşçı” da konuşulmaktadır. Ancak bir farkla: Türk Sineması tarihinin
utanç sayfalarından birisi olarak. Çünkü, Halit Refiğ’in TRT için çektiği “Yorgun
Savaşçı” ekranlardan gösterilmeden, darbeciler tarafından
yaktırılmıştır. Kendi tarihine ve sanata aynı yoğunlukla düşmanlık güden bu
insanlarla aynı havayı solumak neredeyse imkansız olsa da, Halit Refiğ film
çekmeye devam etti.
1960’lı yılların ikinci
yarısında, Türkiye’nin bütün olarak içine düştüğü çalkantılardan sinema da
payını alacaktı. Halit Refiğ Türk toplumunun batı toplumlarından farklı özelliklere
sahip olmasından yola çıkarak sinemanın da kendi özgünüğüne sahip olması
gerektiğini öne sürüyordu. Bu görüşlerini 1971’de yayınladığı “Ulusal
Sinema Kavgamız” adlı kitabında dile getirdi. Onat Kutlar gibi,
Sinematek çevresinde toplanmış sosyalist sinemacılardan farklı olarak, Halit
Refiğ ulusal özelliklere aşırı vurgu yapıyordu. Öte yandan, Yücel Çakmaklı
gibi, sağdan gelen sinema yönetmenleri ile de ayrı duruyordu. Sağdan gelen
yönetmenlerin, ulusal ve dini motifli sinema ortaya koyarken ekonomik ve sosyal
ilişkileri göz ardı eden tutumlarına karşılık Halit Refiğ, örtüğü öykülerde
sınıfsal ilişkilerin karakterini göz ardı etmeyen ama kültürel olarak ulusal
ögeleri öne çıkaran bir üsluba sahipti.
Halit Refiğ Türkiye’de sinema eğitiminin başlaması ile de sıkı sıkıya ilişkisi
vardır. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi bünyesindeki Film Arşivi 1974
yılında film eğitim kurslarına başladığında ilk görev alan kişilerden birisi de
Halit Refiğ’dir. Daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
içerisinde Sinema Televizyon bölümüne dönüştürülecek olan Sinema-TV
Enstitüsü’nde ise 1975 yılından itibaren öğretim görevlisi olarakçalışmaya
başladı.
Halit Refiğ 1976 yılında ABD’nin Wisconsin Üniversitesi’nde,
1984 yılında da Ohio Denison Üniversitesi’nde eğitim çalışmalarına katıldı.
Öğrencileri ile birlikte “The Intercessors”, “In
the wilderness” adlı filmleri gerçekleştirdi.
Halit Refiğ’in 1980’den
sonraki dönemde, daha çok düşünsel yanı ağır basan ürünler verdiğini
söyleyebiliriz. 1997 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Senatosu kararı ile Halit
Refiğ’e “Onursal Profesörlük” ünvanı verilmesi de, usta yönetmenin
düşünsel alana ağırlık vermesinin ürünü olarak değerlendirilmelidir.
Halit Refiğ’in sinema
değerlendirmesini şu sözleri ile özetleyebiliriz: “Sinema sanatçısı, içinde yaşadığı
toplumun sanat gelenekleri, kültür seviyesi, ekonomik imkanları ve şartları ile
sınırlıdır. Bu açılardan bakılmadıkça, bir ülkenin sinemasının tam bir
tanımlaması yapılmayacağı gibi, sinema eserleri için doğru değer yargılarına
varılamaz.”
Böyle bakıldığında, bir
yanda dünyanın en büyük üç imparatorluğundan birisinin geçmişi üzerinde duran,
ama Asya’nın, Afrika’nın yoksul üçüncü dünya ülkeleriyle karşılaştırılacak
eşitsizliklerle boğuşan bir ülkede sinema yapmık durumunda olduğumuzu anlarız.
Tarihsel bağlarını yadsımayan, ancak statükoya da teslim olmayan sanat
üretmenin önemi güncelliğini korumaktadır. Halit Refiğ’in başını çektiği “Ulusal
Sinema” akımına sağdan eleştiriler tamamen ön yargıya dayanıyordu.
Soldan yapılan eleştirilerin büyük bir bölümü ise, kaba ve dar bir perspektife
sahipti. Sınıfsal ilişkilerin önemine yapılması gereken teorik vurguyu tarihsel
mirası reddetmek üzerine oturtmaya çalışanların haksız bir pozisyon üstlendikleri
süreç içerisinde de açığa çıktı. Bu arada, solda olduğu varsayılan ve “auteur
sineması” olarak tanımlanan, bireysel tavrı yücelten akımı ayrıca
değerlendirmek gerekir.
Öte yandan, geçtiğimiz
günlerde hayatını kaybeden usta yönetmenlerimizden Yücel Çakmaklı’nın cenaze
töreninde Sayın Başbakan Erdoğan’ın dile getirdiği ve sağ medyada tartışmasız
benimsenen görüşlere de, Halit Refiğ’e saygı adına değinmek gerekir, diye
düşünüyorum.
Yücel Çakmaklı’nın Fatih Camii’nde yapılan
cenaze töreninde Erdoğan’a da söz verildi. Mikrofonu alan Erdoğan, “Başbakan
olarak değil, vatandaş Tayyip Erdoğan olarak” konuştuğunu vurgulayarak,
Yücel Çakmaklı ile tanışmasının “Milli Türk Talebe Birliği yıllarına”
dayandığını belirtti. “Türk sinemasında millilik varsa, bunun Yücel
Çakmaklı sayesinde olduğunu” iddia eden Erdoğan, “Yücel ağabeyin 1970'li yıllarda
yaptığı ilk film, gerçekten sinema dünyamızda Anadolu insanını adeta
birleştirdi. O çıkış, 'Bizim de söyleyeceklerimiz var.' dedirtmiştir.”
şeklinde sözlerini sürdürdü. (Zaman, 26 Ağustos 2009)
Sayın Başbakan fena halde yanılmaktadır. Türk
sinemasında millilik/yerlilik tartışmaları ve örnekleri Yücel Çakmaklı ile
başlamaz. Tayyip Erdoğan belli ki, Türk sinemasını bilmiyor. Kültür
Bakanlığı’nın resmi internet sitesine bir göz atması dahi, bu düşüncesinin ne
kadar haksız temelli bir yargı olduğunu ortaya çıkarır.
Bakın Kültür ve Turizm
Bakanlığı sitesinde sinemada yerlilik/millilik meselesi nasıl anlatılıyor:
“Türkiye’de 1960’lı yıllar “Nasıl bir yerli sinema?” sorusunu çıkış
noktası alan tartışmalara da sahne oldu. Sinema yazarı ve yönetmen Halit
Refiğ’in öncülük ettiği ve sözcülüğünü yaptığı “Ulusal Sinema” yaklaşımı, Türk
sinemasının kimliğine ilişkin olası tanımlar üzerinde durdu. Yazılarını Ulusal
Sinema Kavgası (1971) adlı kitapta toplayan Refiğ, “Üçüncü Sinema”
teorisyenlerininkine benzer biçimde, sinemanın anti-sömürgeci bir kültürün
oluşturulmasındaki rolüne dikkati çekti. Refiğ’e göre, 1950’lerde serpilen ve
ne burjuva sınıfına ne de devletin parasal desteğine bağımlı olmayan Türk
sineması bir “halk sinemasıydı” ve halkın yerli film seyretme ihtiyacından
doğmuştu. Ancak yerli sinema, yıldız sistemi, basmakalıp konular ve yabancı
filmlerin etkisi gibi nedenlerle ulusal özelliklerini kaybetmişti. Refiğ’e göre
asıl sorun, bir filmin genel yapısı ve taşıdığı özellikler açısından ulusal
olabilmesiydi. Bunun için de, ister geleneksel halk sanatı, ister Osmanlı-saray
sanatı olsun, geçmişe, yani “kültürel mirasa” yönelmek gerekiyordu. Uygulamada
karşılığını fazla bulamayan “ulusal sinema” yaklaşımının temsil edici örnekleri
arasında Halit Refiğ’in, senaryosunu Kemal Tahir ile birlikte yazdığı dönem
filmi Haremde Dört Kadın (1965) ve Bir Türk’e Gönül Verdim (1969) ile Metin
Erksan’ın, zamanında seyirciye ulaşamayan ancak daha sonra Türk sinemasında bir
“kült film” haline gelen Sevmek Zamanı (1966) sayılabilir.” (http://kvmgm.kultur.gov.tr/Genel/BelgeGoster.aspx?F6E10F8892433CFF7E7F2B691D9F00973183B17125FC74AB)
O’nun sayesinde olması bir yana, tersine,
Yücel Çakmaklı, kendisinden önce yerli/milli bir sinema için kavga veren
yönetmenler sayesinde ortaya çıkmıştır, diyebiliriz. Türk sinemasında yerlilik
tartışması ve kaygısı gerçekçilik tartışması ile beraber yürümüştür. Lütfü
Akad’ın 1952’de çektiği “Kanun Namına” ve Metin Erksan’ın “Karanlık
Dünya” filmi ile birlikte, Türk sinemasında yerlilik tartışması resmen
başlamıştır. Daha sonra gelen genç yönetmenler Ertem Göreç ve Halit Refiğ’le
birlikte, Türk sinemasında, yerli sinema/ulusal duruş tartışmalarının
muhatapları da belli olmuştur.
Tayyip Erdoğan’ın gafı bir yana, ömrü boyunca
iyilikle ve hayırla andığı bu isimlerin yok sayılmasından en başta Yücel
Çakmaklı’nın yaralanacağını düşünüyorum.
Halit Refiğ sadece sinema
yapanlara değil tüm düşünce insanlarına, ulusal mirasa sahip çıkarak var
olabileceğimizi, geçmişimiz ile bugünü sentezleyerek geleceğe kültürel miras
oluşturabileceğimizi öğretti.