Uzun süredir sözleştiğimiz halde, bir fırsat
yaratamıyorduk. Sherlock Holmes filminin basın gösterimine girerken, “bugün
yapalım”, dedi. Ardından, “tutuklanan arkadaşlar”ın durumunu sordu. İsmiyle
bütünleşmiş nezaketi ile, “selamlarımı iletin lütfen”, dediğinde ışıklar
kararmış, filmin kareleri perdeye düşmeye başlamıştı bile. Film bitip, mutad
televizyon çekimlerini de ardımızda bıraktığımızda, sinemada bizden başka kimse
kalmamıştı. Kayıt makinesini çalıştırdım. Atilla Dorsay Aydınlık için 2011
sinema sezonunu değerlendirdi.
-
İlk sorum şu olacak, yanlış hatırlamıyorsam 2011’de
80’nin üzerinde yerli film gösterime girmiş olacak. Bu haliyle, son yirmi
yıldır en yüksek gösterime giren film sayısını yakalamış olacağız. Bu durumu
Türk Sineması açısından nasıl değerlendirirsiniz?
-
Türk
Sineması bütün dünyada da olduğu gibi, bir avuç çok ticari, çok seyirci getiren
filmle, bunun dışında daha az seyirci getiren, zaten gişeyi amaçlamayan sanat
filmleri gibi birkaç gruba sahip. Sanatsal yapımlar açısından bence kötü bir
yıl değildi. Her ne kadar, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu gibi sanatçıların
filmleri yıl içerisinde çıkmadıysa da. Yanılmıyorsam Reha Erdem’in “Kosmos”
filmi de önceki yıla ait. Nuri Bilge Ceylan muhteşem bir filmle dönüş yaptı.
Yeni yönetmenlerin ilk filmleri gayet başarılı oldu.
Benim
açımdan, bu yılın en ilginç olayı, geçen yıllara baktığımda, şöyle bir şey
keşfettim, siyasi yakın geçmişimize büyük bir cesaretle bakan filmler çıktı. “Press”
filmi, Diyarbakır’da Kürtlere ait haberleri veren bir günlük gazetenin 90’lı
yıllarda başına gelenlere dair son derece önemli bir filmdi. Derviş Zaim’in
Kıbrıs olaylarının başlangıcında olup bitenlere dair, son derece objektif “Gölgeler
ve Suretler” filmi gene son derece önemliydi. Yakın geçmişimizin bu belalı
noktalarına değinen bir dizi film çekildi ki, bunlara en son örnek, Çağan Irmak
tarafından çekilen ve benim son derece beğendiğim “Dedemin İnsanları” da yakın
geçmişimize eğildi.
Bunlar
ve başka filmler bana şunu gösterdi, Türkiye’de de geçmişle hesaplaşma eğilimi
başladı. Bunu son derece önemli buluyorum. Geçmişimizle hesaplaşmadan bir yere
varamayız. Yeşilçam uzun tarihi boyunca ne uzak ve ne yakın tarihi ilgi alanı
içine aldı. Yapılan tarihi filmler son derece azdır.
Bizim
beyaz Türkler olarak pek hoşumuza gitmese de, 1915 olaylarından Varlık
vergisine, 6-7 Eylül faciasından son dönemde yeniden başlayan ırkçı
davranışlara bütün bunları biz sinemamızda asla ele almadık. Bu açıdan geçen
yılın en büyük artısı bu.
Filmler
çok iyi iş yapmadı evet, geçen yıla kıyasla Türk Sineması açısından bir düşüş
yaşandı evet ama, herkesin de gördüğü gibi, bu arızi bir şeydir. Bu yıl Yılmaz
Erdoğan’ın, Cem Yılmaz’ın, Şahan Gökbakar’ın filmleri yoktu. Bir tek Ata
Demirer’in filmi “Eyvah Eyvah 2” yılın en çok seyirci toplayan filmi oldu. Türk
seyircisi prensip olarak eğlenmek istiyor, gülmek istiyor. Bu tür filmler
olmadığı için seyirci sayısı düştü. Ama çok önemli filmler de yapıldı. Ben
aslında gayet mutluyum, geçen yıldan.
- Bu genel olarak olumlu tablo içerisinde,
sinema eleştirisinin, sinema yazarının yeri nedir?
- Ciddi
sinema yazarlarının basında sağlam yer bulduğunu söyleyemeyiz. Kültür sayfaları
git gide küçülüyor. Hürriyet’in tam sayfa kültür haberlerine yer verdiği bir dönem
vardı, Doğan Hızlan’ın yönetiminde. Uzun bir süre kültür haberleri Hürriyet’ten
tamamen dışlandı. Hürriyet’i örnek olarak veriyorum, çünkü en büyük gazete. Şimdi
gene bir kültür sanat sayfası var ama, cumartesi pazar hiç konmuyor, hafta içi
de bazen küçücük bir sütuna dönüşebiliyor.
Diğer
büyük gazetelerde de hem kültür sanat haberleri ve hem de sinema eleştirisi
yeterli yer bulmuyor. Sinema eleştirisini hiç sevmeyen, o kadrolarını tamamen
boşaltan gazeteler de var, şimdi adlarını vermek istemiyorum. Ama, öte yandan
sinema Türk toplumunda öylesine büyük ilgi görmeye başladı ki, yine de bu
konuda bir şeyler yapmak ihtiyacı duyuyorlar. Artık her gazetenin geniş bir
magazin bölümü var. Sinema yıldızlarına dönük haberler, filmlerin gala
haberlerine de değiniliyor. Neredeyse o tür haberler gerçek sinema
eleştirisinin yerini alıyor. Bu vahim bir durum. Magazine itirazım yok. Ama,
bunun eleştirinin yerini alması olacak şey değil. Birçok arkadaşımın yerleri
çok kısıtlı olduğu için, istedikleri gibi yazamadığını biliyorum. Öte yandan
sinema dergilerinin birçoğu kayboldu. Sayıları ikiye indi. Marjinal dergileri
bunun dışında tutuyorum. Sinema kitapları da ilgi görüyor. Ben bardağı dolu
tarafından görmeyi tercih ediyorum. İnşallah yanılmıyorumdur.
- Birkaç yıl öncesine kadar Türk Sineması ile
eleştirmenler arasında bir gerilim vardı. Pek birbirini sevmeyen ikiliden söz
edebilirdik. Ama sanırım bu durum ortadan kalktı.
- Evet
kalktı. 90’ların başlında film bile yapılamıyordu. Filmler vizyona giremiyordu.
Sinemaya seyirci gelemiyordu. Filmler 3 4 günde afişten iniyorlardı. Ben bu günler
yaşadım. Modern Türk Sineması’nın kuruluşu ya da kurtuluşu 94-95’lerden
itibaren başladı. Bir avuç filmdi bunlar,
“Berlin in Berlin”, “İstanbul Kanatlarımın Altında”, “Amerikalı” derken
1996 yılında o mucize yaratan “Eşkıya” filmiyle birlikte sinemamız ciddi bir
seyirci kazanımı yaşadı.
Bu
yeni bir seyirci kuşağı idi. Eski Yeşilçam filmlerine koşullanmış bir seyirci
kitlesi değildi. O günden beri oldukça parlak bir döneme girildi. 90’ların ikinci
döneminden itibaren biz eleştirmenler üzerimize düşeni yaptık. Gerek kendi
yazılarım ve gerek arkadaşlarımın yazıları açısından söylüyorum, filmlerin
hakkaniyetle değerlendirildiğini söyleyebilirim.
- Son bir soru, siz kurucu olarak, hepsinin
ağabeyi olarak gördüğüm için sormak istiyorum, özellikle. SİYAD’da bir takım
sıkıntılar var şu an. Sizin değerlendirmenizi öğrenmek istiyorum.
- 80 kişi
bir araya gelince tartışma olmaması düşünülemez. Bazı arkadaşlarımız SİYAD’ın
kuruluş ilkelerine aykırı hareket ettiler. Çok sevdiğim bir arkadaşım bu
nedenle üyelikten çıkarıldı. Bir şey diyemedim, çünkü yapılması gereken bir
şeyi yapmamıştı. Onun dışında çekişmeler var, atışmalar var. Öyle oldu ki
artık, acaba başkanlıktan erken mi ayrıldım, diye kendime sormak durumunda
kaldım. Ben bir çimento görevi görüyordum, çünkü. Benden sonra gelen arkadaşlar
galiba benim bu çimento görevimi aynı sağlamlıkla yürütemediler. Ama yürütmek
zorundalar. Bunca yıl sonra tekrar genel başkanlığa dönecek değilim. Bu
mevzubahis bile değil. Ama koruyucu olmaya, kuruluşu ayakta tutmaya
çalışacağım. Umarım SİYAD yaşar. Olmazsa, kapatılır, Yerine başka bir kuruluş
kurulur. Hiçbir şeyin sonu değil bu. Ama, ben SİYAD’ın ayakta kalacağına
inanıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder