13 Nisan 2012 Cuma

"Magazin gerçek sinema eleştirisinin yerini alıyor"


Uzun süredir sözleştiğimiz halde, bir fırsat yaratamıyorduk. Sherlock Holmes filminin basın gösterimine girerken, “bugün yapalım”, dedi. Ardından, “tutuklanan arkadaşlar”ın durumunu sordu. İsmiyle bütünleşmiş nezaketi ile, “selamlarımı iletin lütfen”, dediğinde ışıklar kararmış, filmin kareleri perdeye düşmeye başlamıştı bile. Film bitip, mutad televizyon çekimlerini de ardımızda bıraktığımızda, sinemada bizden başka kimse kalmamıştı. Kayıt makinesini çalıştırdım. Atilla Dorsay Aydınlık için 2011 sinema sezonunu değerlendirdi.

-          İlk sorum şu olacak, yanlış hatırlamıyorsam 2011’de 80’nin üzerinde yerli film gösterime girmiş olacak. Bu haliyle, son yirmi yıldır en yüksek gösterime giren film sayısını yakalamış olacağız. Bu durumu Türk Sineması açısından nasıl değerlendirirsiniz?

-          Türk Sineması bütün dünyada da olduğu gibi, bir avuç çok ticari, çok seyirci getiren filmle, bunun dışında daha az seyirci getiren, zaten gişeyi amaçlamayan sanat filmleri gibi birkaç gruba sahip. Sanatsal yapımlar açısından bence kötü bir yıl değildi. Her ne kadar, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu gibi sanatçıların filmleri yıl içerisinde çıkmadıysa da. Yanılmıyorsam Reha Erdem’in “Kosmos” filmi de önceki yıla ait. Nuri Bilge Ceylan muhteşem bir filmle dönüş yaptı. Yeni yönetmenlerin ilk filmleri gayet başarılı oldu.

Benim açımdan, bu yılın en ilginç olayı, geçen yıllara baktığımda, şöyle bir şey keşfettim, siyasi yakın geçmişimize büyük bir cesaretle bakan filmler çıktı. “Press” filmi, Diyarbakır’da Kürtlere ait haberleri veren bir günlük gazetenin 90’lı yıllarda başına gelenlere dair son derece önemli bir filmdi. Derviş Zaim’in Kıbrıs olaylarının başlangıcında olup bitenlere dair, son derece objektif “Gölgeler ve Suretler” filmi gene son derece önemliydi. Yakın geçmişimizin bu belalı noktalarına değinen bir dizi film çekildi ki, bunlara en son örnek, Çağan Irmak tarafından çekilen ve benim son derece beğendiğim “Dedemin İnsanları” da yakın geçmişimize eğildi.

Bunlar ve başka filmler bana şunu gösterdi, Türkiye’de de geçmişle hesaplaşma eğilimi başladı. Bunu son derece önemli buluyorum. Geçmişimizle hesaplaşmadan bir yere varamayız. Yeşilçam uzun tarihi boyunca ne uzak ve ne yakın tarihi ilgi alanı içine aldı. Yapılan tarihi filmler son derece azdır.

Bizim beyaz Türkler olarak pek hoşumuza gitmese de, 1915 olaylarından Varlık vergisine, 6-7 Eylül faciasından son dönemde yeniden başlayan ırkçı davranışlara bütün bunları biz sinemamızda asla ele almadık. Bu açıdan geçen yılın en büyük artısı bu.

Filmler çok iyi iş yapmadı evet, geçen yıla kıyasla Türk Sineması açısından bir düşüş yaşandı evet ama, herkesin de gördüğü gibi, bu arızi bir şeydir. Bu yıl Yılmaz Erdoğan’ın, Cem Yılmaz’ın, Şahan Gökbakar’ın filmleri yoktu. Bir tek Ata Demirer’in filmi “Eyvah Eyvah 2” yılın en çok seyirci toplayan filmi oldu. Türk seyircisi prensip olarak eğlenmek istiyor, gülmek istiyor. Bu tür filmler olmadığı için seyirci sayısı düştü. Ama çok önemli filmler de yapıldı. Ben aslında gayet mutluyum, geçen yıldan.

-     Bu genel olarak olumlu tablo içerisinde, sinema eleştirisinin, sinema yazarının yeri nedir?

-      Ciddi sinema yazarlarının basında sağlam yer bulduğunu söyleyemeyiz. Kültür sayfaları git gide küçülüyor. Hürriyet’in tam sayfa kültür haberlerine yer verdiği bir dönem vardı, Doğan Hızlan’ın yönetiminde. Uzun bir süre kültür haberleri Hürriyet’ten tamamen dışlandı. Hürriyet’i örnek olarak veriyorum, çünkü en büyük gazete. Şimdi gene bir kültür sanat sayfası var ama, cumartesi pazar hiç konmuyor, hafta içi de bazen küçücük bir sütuna dönüşebiliyor.

Diğer büyük gazetelerde de hem kültür sanat haberleri ve hem de sinema eleştirisi yeterli yer bulmuyor. Sinema eleştirisini hiç sevmeyen, o kadrolarını tamamen boşaltan gazeteler de var, şimdi adlarını vermek istemiyorum. Ama, öte yandan sinema Türk toplumunda öylesine büyük ilgi görmeye başladı ki, yine de bu konuda bir şeyler yapmak ihtiyacı duyuyorlar. Artık her gazetenin geniş bir magazin bölümü var. Sinema yıldızlarına dönük haberler, filmlerin gala haberlerine de değiniliyor. Neredeyse o tür haberler gerçek sinema eleştirisinin yerini alıyor. Bu vahim bir durum. Magazine itirazım yok. Ama, bunun eleştirinin yerini alması olacak şey değil. Birçok arkadaşımın yerleri çok kısıtlı olduğu için, istedikleri gibi yazamadığını biliyorum. Öte yandan sinema dergilerinin birçoğu kayboldu. Sayıları ikiye indi. Marjinal dergileri bunun dışında tutuyorum. Sinema kitapları da ilgi görüyor. Ben bardağı dolu tarafından görmeyi tercih ediyorum. İnşallah yanılmıyorumdur.

-    Birkaç yıl öncesine kadar Türk Sineması ile eleştirmenler arasında bir gerilim vardı. Pek birbirini sevmeyen ikiliden söz edebilirdik. Ama sanırım bu durum ortadan kalktı.

-     Evet kalktı. 90’ların başlında film bile yapılamıyordu. Filmler vizyona giremiyordu. Sinemaya seyirci gelemiyordu. Filmler 3 4 günde afişten iniyorlardı. Ben bu günler yaşadım. Modern Türk Sineması’nın kuruluşu ya da kurtuluşu 94-95’lerden itibaren başladı. Bir avuç filmdi bunlar,  “Berlin in Berlin”, “İstanbul Kanatlarımın Altında”, “Amerikalı” derken 1996 yılında o mucize yaratan “Eşkıya” filmiyle birlikte sinemamız ciddi bir seyirci kazanımı yaşadı.

Bu yeni bir seyirci kuşağı idi. Eski Yeşilçam filmlerine koşullanmış bir seyirci kitlesi değildi. O günden beri oldukça parlak bir döneme girildi. 90’ların ikinci döneminden itibaren biz eleştirmenler üzerimize düşeni yaptık. Gerek kendi yazılarım ve gerek arkadaşlarımın yazıları açısından söylüyorum, filmlerin hakkaniyetle değerlendirildiğini söyleyebilirim.

-     Son bir soru, siz kurucu olarak, hepsinin ağabeyi olarak gördüğüm için sormak istiyorum, özellikle. SİYAD’da bir takım sıkıntılar var şu an. Sizin değerlendirmenizi öğrenmek istiyorum.

-      80 kişi bir araya gelince tartışma olmaması düşünülemez. Bazı arkadaşlarımız SİYAD’ın kuruluş ilkelerine aykırı hareket ettiler. Çok sevdiğim bir arkadaşım bu nedenle üyelikten çıkarıldı. Bir şey diyemedim, çünkü yapılması gereken bir şeyi yapmamıştı. Onun dışında çekişmeler var, atışmalar var. Öyle oldu ki artık, acaba başkanlıktan erken mi ayrıldım, diye kendime sormak durumunda kaldım. Ben bir çimento görevi görüyordum, çünkü. Benden sonra gelen arkadaşlar galiba benim bu çimento görevimi aynı sağlamlıkla yürütemediler. Ama yürütmek zorundalar. Bunca yıl sonra tekrar genel başkanlığa dönecek değilim. Bu mevzubahis bile değil. Ama koruyucu olmaya, kuruluşu ayakta tutmaya çalışacağım. Umarım SİYAD yaşar. Olmazsa, kapatılır, Yerine başka bir kuruluş kurulur. Hiçbir şeyin sonu değil bu. Ama, ben SİYAD’ın ayakta kalacağına inanıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder