Tüm dünyada ilgi uyandıran
Ejderha Dövmeli Kız’ın baş oyuncusu olarak izlediğimiz Noomi Rapace’in farklı
bir oyunculuk ile karşımıza çıktığı “Ölümün Sesi” (Babycall) Anna ve sekiz
yaşındaki oğlunun taşınmaları ertesinde apartman çevresinde yaşadıklarının
hikayesi üzerine kurulu bir film. Her ne kadar, dağıtıcı firma “korku-gerilim”
filmi olarak sunsa da, “Ölümün Sesi”nin Avrupa’nın kuzeyinden yükselen
pedagojik bir çığlık olduğunu da eklemeliyiz.
Anna eski kocasının
taşındıkları yeri bulacağından ve oğlu Anders’e şiddet uygulayacağından duyduğu
korkuyu aşırı duyarlık ile paranoya arasında dışa vurmaktadır. Oğlunu kendi
yatağında yatması gerektiğine ancak Sosyal Daire memurlarının yarı tehditleri
sonucu razı olur.
Bu kez de, bebek telsizini oğlunun odasına yerleştirerek, kendince güvenlik önlemi almıştır. Ardından, bebek telsizinden duyduğu çığlıklar Anna’nın davranışlarının daha da garip bir hal almasına yol açacaktır. Çünkü, Anna gördüğüne inandığı bir çocuk cinayeti ile bu çığlıklar arasında bir ilişki kurmaktadır. Sosyal Daire’den memurların filmin başında Anna’ya burada artık her şeyin farklı olması gerektiğini uyarmalarını ancak filmin en sonunda anlayacağız.
Bu kez de, bebek telsizini oğlunun odasına yerleştirerek, kendince güvenlik önlemi almıştır. Ardından, bebek telsizinden duyduğu çığlıklar Anna’nın davranışlarının daha da garip bir hal almasına yol açacaktır. Çünkü, Anna gördüğüne inandığı bir çocuk cinayeti ile bu çığlıklar arasında bir ilişki kurmaktadır. Sosyal Daire’den memurların filmin başında Anna’ya burada artık her şeyin farklı olması gerektiğini uyarmalarını ancak filmin en sonunda anlayacağız.
Çocukları korumak
70’li yılların
sonuna gelindiğinde “Batı Dünyası”nda tüm toplumun en önemli sorunları arasına
aile içi şiddet ve istismar girmişti. 80 ve 90’lar bu “mesele”nin paranoya
derecesine sıçradığı yıllardı. Kendi çocuğuna dahi “fazla yakınlık göstermek”
suç sayılmaya başlanmıştı. Eşlerin anlaşmazlıkları, komşu kavgaları vs. çocuğa
şiddet ve istismar suçlamasıyla destekleniyordu.
Bu durumun
yarattığı toplumsal travmanın sonucu olarak, toplumsal örgütlenmenin temel
çekirdeği aile yıkılırken, bireyin daha da yalnızlaştırıldığı yaban bir
topluluk yaratılmış oldu. Dikkat edilirse, 20. Yüzyılın sonundan itibaren, Batı
filmlerinde resmedilen birey, tüm toplumsal bağlarından “kurtarılmış” bir
kişilik olarak karşımıza çıkar.
Yeni pedagojik
konsept: Daha fazla sevgi
Son yıllarda
pedagoji ve psikoloji başta olmak üzere Avrupa’nın akademik çevrelerinde,
toplumun daha fazla yalnızlaşmasına neden olan bu paranoyak davranışın aile ve
toplum içinde çocuğa yönelik şiddeti ve istismarı da önleyemediği ama öte
yandan toplumsal yaşamı örseleyen büyük yaralar açtığı yönünde görüşler yüksek
sesle dile getirilmeye başlandı.
Artık tersine,
çocuğu koruyacak en önemli gücün çocuğa gösterilecek sevgi olduğu, aile içinde
ve toplumda çocukla daha fazla “temas” sağlayacak etkinliklere ağırlık
verilmesi gerektiği öneriliyor. Fiziksel temas ise, insan sevgisinin en önemli
ifade aracı oluyor.
İşte, “Ölümün Sesi”
(Babycall), Norveç örneğinde, bir annenin paranoyak sanrılarının üzerine ışık
tutan ve izleyiciyi sorgulamaya davet eden bir film. Toplumdan kaçırdığı oğlunu
sonunda kendisi ile beraber intihara götürürken Anna’nın verdiği mesaj,
izleyiciyi toplumsal ilişkilerin “sıcaklığı” ile çocuklara yönelik şiddet ve
istismarın bağlarını tekrar sorgulamak olmaktadır.
Uzunca bir süredir,
Avrupa’nın “sosyal sorumluluk” içeren filmlerinin Norveç’ten gelmesi, Kuzey
Avrupa’da yeni bir sinemanın filizlendiğine dair tahminlerimizi destekliyor.
Nitekim, İstanbul Film Festivali’nin yarışma bölümünde gösterilen “Oslo, 21
Ağustos” filmi de aynı kategoride değerlendirmek gereken bir filmdi.
Ölümün Sesi /
Babycall
Yönetmen ve
Senaryo: Pål
Sletaune
Görüntü Yönetmeni: John Andreas Andersen
Müzik: Fernando Velazquez
Oyuncular: Noomi Rapace, Kristoffer Joner, Vetle
Qvenild Werring, Stig R. Amdam
Norveç, 2011, 96 dakika
(27 Nisan 2012, Aydınlık gazetesi)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder