Zahit Atam, araştırmaları ve sinema tarihimiz
hakkındaki görüşleri ile dikkati çeken bir yazar. Yeşilçam sinemasından farklı
“yeni” bir Türkiye Sineması’nın ortaya çıkışını tartışmaya açtığı “Yakın Plan
Yeni Türkiye Sineması” kitabı hakkında yazarla yaptığımız verimli sohbeti
okuyucularımızla paylaşıyorum.
"Yeni"
Türkiye Sineması eskisinden hangi alanlarda farklılık göstermektedir?
Yeni geçmişten, yani Yeşilçam’dan radikal olarak
kopmuştur, eğer sistematik olarak incelersek, bu kopuşun iki alanda ortaya
çıktığını görürüz. Birinci düzlem estetik-felsefik-siyasal düzlemdedir, bu
alanda estetik olarak Hollywood’un çöp filmlerinin yeniden yapımlarıyla dolu,
melodrama dayanan, merkezdeki bir tipin üzerine inşa edilmiş anlatı yerine,
gerçeklik ilkesine büyük bir sadakatle inanan ve gerçekten insanımızı sinemasal
olarak canlandıran bir yeni sinemamız var. Felsefik olarak ise Türkiye’de
hiçbir sosyal grubun ve siyasal öznenin ülkemiz için umudu temsil etmemesi
anlamında kötümser ve ahlaki yönelimi ile transandantal sinemaya yakın, düzenle
uyuşmamayı, iktidardan uzak durmayı itinayla seçmiş bir sinema.
Siyasal olarak ise sanata yüklenen siyasal anlamlara
karşı çıkan, sanatın toplumsal bir aktivizmi kuramayacağını savunan ve bunun
yerine halkı bir hedefe yöneltmekten daha çok kendi durumunun bilincine
varmasına özel bir anlam atfeden bir yaklaşıma sahip. İkinci düzlem ise
iktisadi alandadır, yeni sinema büyük oranda ülkemizdeki yapımcılar dönemini
tam anlamıyla sona erdirmiştir, yeni dönemin en net karşılığı
yapımcı-yönetmendir, kimsenin emrine girmeden, teknik yönden kendisini
geliştirmiş ve bütün işlerin merkezinde bizzat kendisi duran yönetmen
tipolojisi ile sinemamız bağımsız sinemanın en ideal karşılıklarından birisi
haline gelmiştir.
Bunların dışında ise, bir de sosyolojik ve anlatısal
değişim alanı var ki, bu alandaki yenilikleri ben kitabımda 30 madde ile
anlatmaya çalışmıştım, yani yeni sinema denilmesinin haklı sebeplerini, üstelik
yeninin trajik bir durumu da var, öncelikle ülkemizde değil, yurtdışında “New
Turkish Cinema” adlandırması yapılmış, on yıllık bir aradan sonra ülkemizde
kullanılmaya başlanmıştır.
Son yenilik alanlarından birisi ise, geçmişte
eleştirinin sinemamızdan daha bilinçli olmasıyken, Türkiye’nin entelektüel
düzeyindeki büyük gerilemenin ardından, eleştirmenlerin giderek piyasaya ve
reklama çok daha bağlı olması nedeniyle, eleştirinin sanat sinemasını
anlayamayacak denli gerilemiş olmasıdır.
"Yeni"
sinemanın kurucuları olarak Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Yeşim Ustaoğlu
ve Derviş Zaim'in gösterilmesi ne kadar doğru?
Öncelikle bu isimler tarihsel olarak doğrudur, yani
sinemamızda bağımsız sinemanın giderek merkeze gelmesi ve uluslar arası planda
kabul edilmesini bu yönetmenler sağlamıştır, ikinci olarak ise bu yönetmenler
yalnızca ilk kıvılcım anlamında değil, bir süreklilik sağlayarak tutarlı bir
kariyer inşa etmişlerdir, yani filmlerinin devamı gelmiştir. Sinemamızda
bunlara eklenebilecek, Reha Erdem, Handan İpekçi, Semih Kaplanoğlu gibi isimler
de var, ama ben büyük oranda filmler bazında incelemeyi kurucu yönetmenlerle
sınırladım, yoksa yeni sinemanın teorik kökenleri ve nasıl bir dünya-tarihsel
ile Türkiye’nin siyasal ve kültürel ortamı içine doğduğu konusunda, zaten kalın
bir kitap ölçeğinde analiz yaptım.
Türkiye’de bu isimlerin dışında milenyum sonrasında,
ikinci bir kuşak daha on yılın sonlarına doğru ortaya çıktı, ama Özcan Alper,
Kazım Öz, İnan Temelkuran, Pelin Esmer
gibi isimlerin filmleri henüz kariyerlerinin başında sayılır, çok önemli
filmler yapmış olmalarına karşın, içinde bulunduğumuz on yıllık dönemde
kariyerlerini incelemek daha doğru olacaktır. Özellikle ikinci kuşak ile
sinemamız siyasal olarak daha canlı hale geldi, çünkü birinci kuşak bir anlamda
78 kuşağının üyeleridir ve siyasal olarak travmalı bir kuşaktır, pesimizmleri
de bundan kaynaklanır, siyasal olarak kuşkucu ve karakterlerin dünyasına girmeye
çok daha meyillidir. Türkiye’nin nasıl bir ikiyüzlü oyunun içinde bulunduğunu,
halkın siyasal önderler karşısında nasıl tutarsız beklentiler içine girdiği,
burjuva siyasetinin nasıl çözümsüzlüğe ve sahte kamplaşmalara gebe olduğunu
bilirler ve bunların dışında kalmayı tercih ederler.
"Yeni"
sinemayı inançsız bir sinema olarak tanımlıyorsunuz. Bunu açabilir misiniz?
Doğu Bloku'nun yıkılması sonrasında oralarda yaşananlarla bir paralellik
kurabilir miyiz?
Yeni Türkiye Sineması aslında büyük iki anlamda da
inançsızdır, birincisi halkımızın performansına inanmazlar, aynı şekilde
onların dinsel yönelimlerine de, bu birinci düzlemi tanımlar.
İkinci olarak ise sinemamızın geçmişinde
estetik/felsefik/sanatçı ahlakı alanında üretilen doğrulara, ilkelere, örgütlenmelere
karşı da inançsızdırlar, giderek bu değerlerin çürüdüğünü ve örgütlemelerin
içinin boşaldığını, ilkelerin ise birçok defa başarısızlığı maskeleyen bir
kendini rasyonalize etmek için kullanıldığını savunur, bu anlamda yeni sinema
inançsız değil, yeni bir inanç sistemine sahiptir.
Aynı şekilde ahlaki düzlemde de karşımıza çıkar bu
eski ile yeni ilişki: geçmişin yerleşik ahlaki değerlerine tümden karşıdırlar,
ama bunu ahlaksızlık anlamında değil, yeni ve çok daha tutarlı bir şekilde
ürettikleri kendi ülkeleri ve iş ahlakı açısından savunur, çok daha tutarlıdır
ve katıdır. Örneğin piyasaya teslim olmamak, siyasal iktidara hiçbir koşulda
yaranmamak, kendi özgün sanatını bağımsız olarak yapmak ve kimsenin değirmenine
su taşımamak anlamında çok net ilkeleri vardır, yani sinemaları piyasaya teslim
olmamayı birinci erdem olarak görür.
Yeni
Sinemanın ana-akım sinema ile olan ilişkisini yorumlayabilir misiniz?
Yeni Sinema aslında esaslı bir ana-akım sinemadan
kopuş çabasıdır, ilk söyleşilerinden itibaren bunu anlatırlar; ilk önce Nuri
Bilge Ceylan, Türkiye’de sinemamızın kendi özgün bakışını kaybettiğini,
Amerikan ile çok daha uzlaşmış bir hale geldiği, reklamla yakınlaştığı, kendi
bakışını kaybeden güçsüz olanın çok daha fazla ötekinin (yani güçlünün,
emperyalistin) bakışını kişiliksiz biçimde benimseyeceği tespitini yapar. Kendi
sinemasının yola çıkarken, ilk önce hem Amerikan olandan hem de reklam
estetiğinden tam olarak kopmasını ve piyasaya hiçbir şekilde ödün vermemenin
çok önemli olduğunu belirtir ve ekler: kötü bir film olsun, ama sahici/içten
olsun, sanatçının kendi dünya görüşünü aksettirsin ve küfleşmiş piyasanın klişelerini
tekrarlamasın, kabulümüzdür.
Aynı şekilde Zeki Demirkubuz, klasik konular, popüler
temalar, star oyuncular gibi bütün yerleşik kuralları ters yüz etti, yeni
çalışma normları koydu, örneğin sanat sineması yapan insanın televizyonlara her
hafta bir dizi çeken seri üretime bağlanmış çalışmalara çok para kazanma yolu
olsa bile kati bir suretle karşı çıktı, ahlaki olarak utançla damgaladı. Bu
anlamda ana-akım sinemanın üretim tarzından, klişelerinden, siyasal ortalamacı
doğrularından, estetik olarak çürümüşlüğüne karşı bağımsız ve gerçekçi, ama en
çok da sahici bir karşı çıkıştır yeni sinema, halka halkı anlatır, ama halkın
teslim olduğu klişelere sığınmaz, “halk bunu istiyor” diye sinemanın en ucuz
numaralarına, klişelerine, tutan eserlerin ısıtılarak piyasaya sunulmasına
kökten karşı çıkmışlardır.
En önemlisi de bizim ana akım sinemamızın teknik
olarak büyük ilerlemeler göstermesi sonrasında, Amerikan üretim tarzına ve
onların klişelerine geçmişe göre çok daha fazla yakınlaşması ve popüler kültür
üst başlığı altında Amerikan yaşam tarzından değerlerine tümden kendi
özgünlüğünü yitirmiş olmasıdır. Bu anlamda Amerikan ile ulusal-yerli olan tam
anlamıyla ayrışmıştır, Amerikan olan milyonlarca iş yaparken, gerçekten yerli
olan kendi yurdunda sürgün konumuna gelmiştir, bizim milletimizin en büyük
özelliği zaten kendine ayna tutan ve gerçekleri söyleyenlere sırt çevirmesi
değil midir?
G.
Scognamillo’ya göre, küreselleşme çağıyla yurt dışına film yapmak çabası
arasında yakın bir ilişki vardır, yeni sinema açısından bunu nasıl
değerlendirirsiniz?
Bunun açıklaması aslında çok yalın, Türkiye kültürel
ve siyasal olarak bugün ABD’ye çok daha bağımlıdır, örneğin İslami filmlerde
bile Amerikan kültürü ve tekniği büyük oranda kopya edilir, bu anlamda
halkımızın gerçek kültürü büyük erozyona uğramıştır, bize bizden olan yabancı
hale gelmiştir. Yeni Sinema ise bizim insanımıza, konuşması, dertleri,
açmazları, çıkışsızlığı ile çok daha yakınlaşmıştır, bizdendir, bu yüzden
yabancı muamelesi görür, aynı nedenle kendi yurdunda sürgündür. Bu durum
İtalya’da, Almanya’da, Brezilya’da sinema tarihinde yaşanmıştır.
Sinemamızın yurtdışına açılması meselesinde ise sanat
açısından büyük ilerlemeler göstermesi, dijital teknoloji sayesinde sinema
dilini yetkinleştirmesi, özgün konular bulmasının büyük ağırlığı vardır,
yalnızca Türkiye değil, pek çok atılım yapan ülkenin filmleri batılı dünyada
gösteriliyor.
Ama burada gerçek bir paradoks var: Batı içi boş ve
biçimsel olarak mükemmelliği anlatan filmler yapıyor, doğu ise biçimsel olarak
yalın ama insanın içine dokunan filmler yapıyor, bu anlamda doğunun filmleri
batıda gerçekten ilk önce festivaller sonra halk üzerinde etkili oluyor. Yoksa
küreselleşme ihracatı kolaylaştıran değil, azgelişmiş ülkelerin bağımlılığını
artıran bir gelişmedir. Yeni sinema ayakta durmak için ihracat yapmak
durumundaydı, ama dış ülkelere film satmak için, onları etkileyen filmleri önce
yapmak durumundaydı, dışa açılma konusunda şu diyalektik işler yeni sinemada:
ne kadar yerel olursanız o kadar evrensel de olursunuz, ne kadar yabancıyı
taklit ederseniz o kadar da ruhunuzu kaybedersiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder